Merakı Yitirmek

         

“Bitse de gitsek!”

On iki yaşında bir kızla annesi ormanda yürürler. Kız içine kapanık, suratı asık, sıkılmakta. Anne durumdan huzursuz. Kızın dikkatini çekmek için çevresinde gördüğü detayları işaret eder; mantarlar, ağaç yosunları, kuş yuvaları… Kız umursamaz, hatta annesinin onu ormanla ilişkilendirme çabalarına sinirlenir. Anne sonunda sitem eder; “Eskiden parka, ormana deniz kıyısına gitmeyi severdin; ağaçları, kuşları, karıncaları merak ederdin, ne güzeldi o günler” Kız tereddütsüz, hiç bekletmeden cevabı yapıştırır; “O dediklerine 12 sene baktım, göreceğimi gördüm. Sıkılıyorum, var mı!”

Kimi zaman tutuculuğa varan ergen ‘meraksızlığını’ sevimsiz, hırçın ya da saygısızca bulmadan önce, adına ‘sıkıntı’ denen ve aslında ne olduğu tam da ifade edilemeyen duygu karmaşasının içinde biraz dolaşmalı. Ergen sıkıntısı; temel varoluş sıkıntısının ötesinde, dolaylı bir isyan, anne baba ve yetişkinler üzerinden doğa yasalarına çekilmiş bir kılıç gibi. Ormandaki ergenin ‘Sıkılıyorum, var mı!’cümlesindeki açık tehditte olduğu gibi. “Sıkılmama bir itirazın varsa da sakın söyleme, bir de seninle uğraşmayayım!”

Nedir ona doğaya dair bakılası olanı görüp bitirdiğini düşündüren? İsyanının satır aralarını şöyle okuyabilir miyiz:
“Sıkılıyorum çünkü hayat çocukluğumdaki gibi değil. Hayat birbirini tekrar eden neredeyse tıpatıp günler, haftalar, aylar zinciri. Bunun farkındayım artık. Ve bekliyorum, bekliyorum ki bir şey değişsin. Hiçbir şey değişmiyor. Sen aynısın, öğretmenler aynı, okul aynı, orman aynı. Benim dışımda her şey aynı. Bir tek ben değişiyorum. Kendi isteğim dışında, delice bir hızla değişiyorum hem de. Bedenim, duygularım, düşüncelerim… o kadar hızlı değişiyorum ki neye uğradığımı şaşırdım.
İçimden tuhaf, güçlü istekler taşıyor, dürtüler, arzular… ve onları dizginleme zorunluluğu. Bu kadar zor olacağını hiç söylemediniz bana. Büyüyünce istediğimi yapacağımı söylüyordunuz. İşte büyüyorum ve istediklerimi yapmak artık daha da zor. Yapamayacaklarımın listesi her gün biraz daha uzarken yapmak istediklerim (ki pek çoğu ‘uygunsuz’ bunların) an be an artıyor. Oyunlarım vardı çocukken, gücümün her şeye yettiği, kendi kendime yettiğim fantezi dünyam. Artık onlar da yok. Şimdi bana gerçeklerden söz ediyorsunuz. Gerçekler tatsız, gerçekler sıkıcı, gerçekler haz vermiyor. Ve henüz bu gerçeklik belasıyla nasıl baş edeceğimi bilmiyorum. Bir kadın/erkek olmakla nasıl baş edeceğimi bilmediğim gibi. Kendimle ilgili o kadar çok şey var ki. Düşünecek, uğraşacak o kadar çok şey… Bunu anlayabiliyor musun? İçimde bir şey son sürat dönüyor, dönüyor. Sıkmaya geçmiş bir çamaşır makinesi gibi. Bir an olsun durmak istiyorum, bir şeyleri sabitlemek, bir şeylerden emin olmak, peşine düşmemek, merak etmemek… Durmak, biraz olsun durmak…”

***

Merakın ne olduğuna, meraksızlık üzerinden baktığımız zaman; hayatla nasıl baş edeceğini bilememenin, mücadeleye güç yetirememenin çaresizliğini görürüz. Algıları köreltip işlevleri azaltan, hareket alanını daraltan bir savunma halidir meraksızlık. Bir bozgun, bir geri çekiliş, kendini kendine mahkum ediş. Ağır iş yüküdür; kendiyle ve sürekli kendiyle meşgul olmak… Ergenin işidir bu, kendini inşa etme aşamasında kendini dünyanın merkezine koyar ve bütün dünya onu gözlüyor, izliyor, ayıplıyor zanneder. Peki ya sonrası da böyle gelirse? Yirmili, otuzlu, kırklı, ellili yaşlar…

Yüzümüzü yaşama döndüren, bizi hayata bağlayan bir dürtü merak. Dış dünyaya, ötekilere, kendi içimize açılan kapıları aralayan güç. Ancak hayata çağırırken; tehlikenin, yasakların ve utancın alanına da çağırır bizi. Gücümüzü sınar, korkutur.
Uyum sağlamak, hayatta kalmak için merakın dizginlenmesi gerekir. Bebeklikte, çocuklukta anne babalar ve gözetmenler bu görevi üstlenir. Merakının peşinde sürüklenen canlının kayıp düşmesini onlar engeller. Çocuk filmlerinde en heyecanlı, en haz dolu, en unutulmaz maceraları; en meraklı olan çocuk yaşar. Anne babanın ya da bildik gözetmenlerin yerine fantastik unsurlar korur onu. Periler, cinler, yardımsever hayvanlar, koruyucu birer melek gibi hep sağında, solunda, arkasındadır çocuk kahramanın. Ne zaman ki çocuk büyür ve ergenlik başlar, işte o zaman merakla ve macerayla ilgili dengeler ve kabuller de değişir. Çocukluğun o saf, dolaysız, coşkulu merakı, ruhsal bağışıklığın zayıfladığı ergenlik yıllarında yerini kararsız ve titrek bir savunmaya bırakır. Ergen, aileden ayrılıp bireyleşmekle, kendi merakının dizginlerini eline almakla yükümlüdür artık. Dikkatli ve temkinli olmak zorundadır. Fantastik, bilim kurgu, macera ve romantik gençlik komedilerinin yanısıra korku filmlerine de merak salar ergen. Korku filmleri, ölüm kaygısına karşı duyarsızlaştırma işlevine ek olarak, merakla ilgili içsel çatışmayı da işler. Korku filmlerinde çocuk filmlerinin aksine, en meraklı olan, maceradan en az nasiplenendir. Önce o ölür. Çünkü merakı tedbirsizdir. Yetişkinliğe geçiş, mahremiyetle olduğu kadar tedbirle de tanımlı bir süreçtir.

Fantastik sinemada ve macera filmlerinde de mitolojik hikayelerden uyarlanan çeşitli ‘tedbirsiz merak faciası’ örneklerine rastlarız: Indiana Jones’un yüzlerce yıllık uykusundan uyandırdığı kutsal tabletlere bakanlar un ufak olur. Medusa’nın gözlerine bakanlar taş kesilir… Bakılması yasak olana bakılmayacaktır artık. Bunların başında karşı cins ebeveynin bedeni gelir. Beş-altı yaşından bu yana uykuya yatmış olan ödipal çatışmalar yeniden işlenmek üzere yüzeye çıkar. İçten dışa doğru bastıran cinsel arzu ve merakla, dıştan içe doğru bastıran toplumsal kurallar arasında sıkışır kalır canlı. Ve artık sevgi nesnesi ev dışında aranmalıdır. Bilinmeyenin, güven vermeyenin, her an bırakıp gidebilir olanın dünyasında. Cinsel arzu ve ötekinin dünyasına duyulan merak, bizi aileden özgürleştirirken bir diğerine aç ve muhtaç hale getirir.

Merak, arzunun tümleyenidir. Arzu ve merak birleşip heves doğurur. Hevesli oluş, heves edilene ihtiyaç duymaktır. Peki, kimseye ihtiyaç duymadan yaşamanın yüceltildiği, hevessizliğin ‘cool’luk normu olduğu bir çağda, dış dünyaya yönelen merak, ilişki ekseninde nasıl karşılık bulacak, nasıl tatmin olacak?

Nevrozun ‘out’ narsisizmin ‘in’ olduğu çağımızda; kimi, kendi güvensizliğinden kaçarken bağladığı kabuğun içinde kurur ve vazgeçer merak etmekten. Kimi, karşısındakinin gözünde hep kendini, sadece kendini ararken. Kimi de, ötekinin kabuğuna, büyüklenme ihtiyacına, aynalanma arayışına çarpa çarpa… Ötekini merak etmekten vazgeçtikçe koparız hayattan.
Meraka cüret edemediği için bilmek zorundadır.
Zaten bildiği için meraka tenezzül etmez.

Depresyonda umutla birlikte kaybedilen en önemli dürtüdür merak. Depresif, yarını merak etmekten vazgeçer: “Yarın da bugünün aynısı olacak. Hiçbir şey daha iyiye gitmeyecek. Hayalkırıklıklarıyla, engellenmişlik duygusuyla, her şeyin ve herkesin yarım, eksik, yetersiz, çaresiz bırakılmışlığıyla yarının mutsuzluğu da bugünkünün devamı olacak…” Yaşanan an, sonsuz şimdiki zamandır depresyonda, bitmez tükenmez bir işkence… Böyle bir sonsuzlukta dünyada ve kendi durumunda bir değişiklik umudu bulamaz depresif kişi. Değişimin öngörülemediği yerde merak da yoktur. Depresif kişi zaten her şeyin kapkaranlık, umutsuz ve çıkışsız olduğunu biliyordur. Bundan emindir. Bu eminliktir umutsuzluğunu besleyen.

Lars von Trier’nin Melancholia’sındaki Justine de her şeyin farkındadır. Gezegenin dünyaya çarpacağını da bilir, dünyanın ‘kötü’ olduğunu da, kavanozun içinde kaç fasulye tanesi olduğunu da. ‘Normal’ diye nitelediğimiz diğerleriyle karşılaştırıldığında, gerçek bir felaket anında çok daha soğukkanlı, spontan, yaratıcı ve şefkatli oluşunun yanında (bunlar ayrı bir inceleme konusudur), doğaüstü tahmin güçleri de vardır Justine’in. Her şeyi bilen bir antikahramandır o. Hayatı boyunca depresyonla mücadele etmiş bir yazar-yönetmenin depresif kişiye yüklediği bu süper-güç, gerçekçi ya da kabul edilebilir olmasa da, bilme halinin abartılması bağlamında üzerinde düşünmeye değer. Bilmenin gururuna sığınır depresif ve gururuyla ayakta kalır. Meraka cüret edemediği için bilmek zorundadır. Zaten bildiği için meraka tenezzül etmez. Bu devrik kısır döngüyü kıracak olan da yine merakın kendisi, yeniden merak etmeye başlama cesaretidir.
Dururlar onlar, her şeyi yaşamış, dünyayı bitirmiş olmanın gururuyla…

Tolga Örnek’in Kaybedenler Kulübü’nün iki kafadarı Mete ve Kaan’ın da değişim umuduna karınları toktur. “Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?” diye sorar Kaan. Ölüm dışında her şey önemsiz, değersiz, üzerinde durulmaya ve merak etmeye değmezdir. Okumuş, öğrenmiş, biriktirmiş, ‘birikmiş’ bu adamlar yaptıkları radyo programında farkında olmadan bir çok insana yoldaşlık etmiş, iyi gelmiş de olsalar; ortaya koydukları değerin değersizliği konusunda ısrarcıdırlar. Kendilerini mutsuzluğa ve mutsuzluğun değişmezliği inancına bırakmışlardır. Felsefeye, edebiyata, müziğe adadıkları meraklarından hayatın kendisine hiç kalmamış gibidir. Şişkin düşünselliklerinde ve kendi içine çökmüş duygu dünyalarında, yalnızlıklarından yakınırken bile (belki de en çok o zaman) yalnızlığı yüceltirler.

Ötekini merak etmezler. Özellikle de karşı cinsi. Çünkü merak etmek, koz vermektir. Meraka karşı verilen savaş, dayanıklılığın bir göstergesi, hayata karşı bir duruştur. Dizginleri merak edilen bir başkasına kaptırmaktansa sonsuza dek kendi elinde tutuştur. En iyisi kendine en çok benzeyen hemcinsine dayanarak ve aslında ona da gerçek manada dokunmadan ayakta kalmak. Bu çağdaş nihilist duruşu, durdukları yerden bir adım olsun ilerlemelerine engel olur Kaan ve Mete’nin. Dururlar onlar, her şeyi yaşamış, dünyayı bitirmiş olmanın gururuyla, merak denizine açılmadan, yalnızlıklarına ve kederlerine kadeh kaldırarak ve duruşlarını kutsayarak, dururlar: “Merak etmiyorum, çünkü merak edilecek bir şey yok. O zaman yokluğa içelim!”
Merkezinin dışına fırlatılmış, benliğinin taşrasında kalakalmış canlılar…

Nuri Bilge Ceylan’ın taşra sıkıntısını işlediği filmlerindeki kahramanların da ortak özelliğidir meraksızlık. İşlerin anadan babadan görüldüğü şekilde yapıldığı, çok az şeyin değiştiği, zamanın geçmek bilmediği, uçsuz bucaksız bir evrendir taşra. Canlılar taşranın durgun zamanına asılı kalmış eylemsizliklerinde doğar, büyür, yaşar ve ölürler. Büyük kente gitseler, metropolde yaşasalar bile içlerinde bir yerdedir taşra. Canlılıklarının merkezine sapa kalmış ücra varoluşları içinde ne merak duyar ne heves ederler. Taşra zamanı gibi ağır, kasabalar gibi kasvetlidirler. Ceylan’ın hikayeleri kurgulama şekli ve sinematografisi de, kahramanlarının ruh haliyle birebir örtüşür. Filmler, kahramanın iç dünyası kadar durgundur. Pek bir şey olmaz. Bir şey değişmez. İmgeler vardır ve imgeler üzerinden anlatılan bir yaşam kesiti. Taşrasını içinde taşıyan kahramanın manzaraya baktığı gibi biz de filme bakarız. Taşra, bir köşede oturup seyredenlerin dünyasıdır. Ceylan, filmleriyle izleyiciyi bir köşede oturup seyretme duygusuna çağırır. Bu imgeler dünyasında merak, olsa olsa göze ve görmeye yönelik bir meraktır. Eyleme geçmediği gibi, çoğu zaman dile de gelmez. Durgunluğa suskunluk eşlik eder. Uzun susuşların, soru sormayışların sinemasıdır taşra sineması. Benimsenmiş, kanıksanmış ve artık hiç sorgulanmayan ‘bitse de gitsek’ duygusudur. Metropolün orta yerinde yaşamalarına rağmen Seren Yüce’nin Mertkan’ı da (Çoğunluk) aynı duygudadır, Zeki Demirkubuz’un Nilgün’ü de (İtiraf)… Nişantaşı’nda bir barda tek başına içen adam da aynı duygudadır, Caddebostan’daki kafede sevgilisinin yanında oturup maçın bitmesini bekleyen kız da… Bütün bunlara bilmemkaç sene bakmış, göreceğini görmüş, sıkılan insanlar topluluğu. Ergenliğinin santrifüj etkisiyle merkezinin dışına fırlatılmış, benliğinin taşrasında kalakalmış canlılar…

Türkiye neden taşra, Türk insanı neden taşralı, Türk toplumu neden ergen toplum diye merak ederken, yolumuz meraksızlıktan da geçiyor. Eşyaya ve dedikoduya olan merakımız, meraklı olduğumuz anlamına gelir mi? Uzun susuşların, soru sormayışların insanları olduktan sonra…

Şule Öncü
14 Ekim 2013

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Merak temalı 30. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart