Oyunlarla uzlaşanlar
Kadın canlısı ilişkilenme, erkek canlısı ise rekabet toprağında yetişir. Erkek ilişkiden, kadın ilişkisizlikten yorulur. Kadının ilişki kurmak için söylediğini erkek bazen meydan okuma olarak kodlar. Kadının yakınlaşma isteği erkeğin kadınlaşma ve erkekliğini kaybetme korkusunu tetikler… Kadınla erkeğin beraberce çarptıkları bir duvar bu. Birbirine muhtaç olma ve bir türlü örtüşememe, uzlaşamama hali…
Richard Linklater’ın Kim Krizan ile birlikte yazıp, dokuzar yıl arayla ve aynı oyuncularla (Ethan Hawke, Julie Delpy) çektiği Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight filmleri, hem sinema sanatı adına hem de psikolojik incelemeye uygunluğu bakımından ilginç ve önemli yapımlar. Özellikle üç filme arka arkaya tek oturumda bakıldığında; geçen yılların bu iki insan ve ilişkileri üzerindeki etkilerini hayretle ve içi burkularak izliyor insan. Filmlerin yarattığı gerçeklik ve süreklilik duygusu bir hayli etkileyici. İçerik ve diyaloglar, çok yönlü, çok katmanlı yapıda. Aşk, yaşam-ölüm, çelişki gibi eksenlerde de analiz edilebilir. Bu yazı, üçlemeyi psikoterapist bakışıyla uzlaşma ekseninde incelediğim bir çalışmadır.
GÜN DOĞMADAN (BEFORE SUNRISE – 1995)
“Çiftler yaşlandıkça birbirlerini duyma yetilerini kaybediyorlarmış”
“Doğa, çiftlerin birbirlerini öldürmeden birlikte yaşlanmalarını bu yolla sağlıyor”
Birbirlerine söyledikleri neredeyse ilk cümleler bunlar. Celine az önce kavga eden bir çiftin yanındaki koltuğundan kalkıp, vagonun arka sıralarında oturan Jesse’ye yakın bir koltuğa geçti. Böyle tanıştılar. Bir uzlaşmazlıktan kaçarken.
İkisi de yirmilerinin başında, kadın ve adam olmanın emekleme aşamasındalar. Jesse, kendini hep on üç yaşında bir ergen gibi hisseden Amerikalı. ‘Kostümlü bir lise tiyatrosunun provasında yaşar gibiyim’ diyecek kadar çıplak ve şeffaf. Celine ise kendini ölmek üzere olan yaşlı bir kadın gibi hisseden Fransız. ‘Yaşadığım her şey bana bitmeye yakın bir hayatın anıları ya da rüya gibi gelir’ diyecek kadar doygun ve bulanık. Jesse ve Celine’in o gece başlayan ilişkisi; uzlaşmaz iki kültürün karşı karşıya gelmesi gibi: Atak, pragmatik ve ‘yüzeysel’ Amerikalı ile görmüş geçirmiş, köklü Fransız.
Jesse’nin ödün vermeye hazırlığıyla belirnenen bir ilişki bu. Celine’i trenden indirip geceyi Viyana sokaklarında birlikte geçirmek için ikna edişi de şakayla karışık bir kendini feda ediş hikayesi: “Zihninde bundan yirmi yıl ileri git” der Jesse, “Evlisin, evliliğin eskisi gibi değil, kocanı suçluyorsun ve kocanı değil hayatına giren öteki adamları seçseydin nasıl olacağını düşlüyorsun. İşte ben o öteki adamlardan biriyim. Bunu bir zaman yolculuğu gibi düşün, o zamandan bu zamana yapılan ve ne kaçırdığını görmeni sağlayan bir fırsat gibi. Bu gece benim de bütünüyle iradesiz, tepeden tırnağa sıkıcı ve müzmin bir kaybeden olduğumu görecek ve rahatlayacaksın. Doğru seçimi yaptın, kocanla gerçekten mutlusun!” Celine’i böyle ikna eder Jesse. “Zararsızım, beklentim yok, dürüstüm, yaratıcıyım, eğlenceliyim, lütfen beni yalnız bırakma ve varlığımı onayla” cümlesini böyle kurar.
Bütün gece konuşurlar. Doğum, ölüm, aşk, cinsellik, ilişkiler, kadınlık-erkeklik üzerine. Arzular, umutlar, direnişler ve çelişkilerle şekillenen bu uzun sohbet sırasında aralarında güçlü bir bağ kurulur.
Öfkeli ve isyankar ebeveynlerinin vaktiyle her şeye karşı çıkmışlığının hazırladığı görece sorunsuz dünyaya doğmuş bir genç kadın Celine. Sevgi ve ilgi açlığı yaşamamış, baskı ve zorbalık görmemiş, yokluk yoksulluk bilmemiş. Şikayet edecek bir şeyi yok ona göre. “Benim için başka türlü bir savaş söz konusu” der. “Aynı sorunlar hep var ama artık düşmanın kim ya da ne olduğu belirsiz”
“Bir düşman var mı bilemiyorum” der Jesse. “Herkes ailesi yüzünden bu hale gelir. Aileler hep yanlış yapar; ya çok ya az verir” Sevgisiz ve gergin bir aile ortamında yetişen Jesse, anne babasının kavgalarından birinde, annesinin onu istemediğini öğrendi. Varlığının bir talihsizlik sonucu olduğunu annesinin babasına bağıran ağzından duydu. Bütün bunları rahat ve umursamaz bir tavır takınmaya çalışarak anlatır Celine’e. Annesinin istemediği bir çocuk olmak ne kadar umursanamazsa, Jesse de o kadar umursamazdır. Ve ayakta kalmak için gururuna sarılır. Büyük bir partiye davetsiz katılmış gibi ama dimdik ayakta…
Sevgisiz geçen çocukluk insanı ya aşırı uzlaşmacı ya da gururun verdiği karşıt güçle müzmin antagonist yapar. Bazen de bu ikisi arasında savrulur sevgi kavrukları.
İlişkilere inanmaz Jesse. Aşka da. “Aşk yalnız olmayı bilmeyen iki kişinin kaçışıdır” der. Celine ise ilişkilerinde kendini bir ordu komutanı gibi hissettmekten şikayet eder. Stratejiler belirleyen, karşısındakinin zayıf noktalarını, nelerden incindiğini ya da baştan çıktığını ölçüp biçen bir taktik uzmanı olmaktan yakınır. Onların ilişkileri bütün bu sıradan, bayağı ve sonlu ilişkiler gibi olmamalıdır. Adam Phillips’in deyimiyle ‘işleyecek suç arayan bir çifte dönüşmeyi, sürekli bir arada olup birbirlerinin utancının bekçisi olarak yaşamayı’ reddederler. Ve bunu başarmanın tek bir yolu vardır: O geceyi dolu dolu yaşamak ve sabah olduğunda sonsuza dek ayrılmak. Bu emsalsiz anıyı hayatları boyunca bütün güzelliği, yoğunluğu ve ‘temizliğiyle’ içlerinde taşıyabilmek için ilişkiyi öldürmek. Sıradan bir çifte dönüşmemek.
O gece Viyana sokaklarında egzotik bir dans gösterisi izlerler. Celine bunun ‘doğum dansı’ olduğunu söyler. Bu gösterinin ardından kadın mı üstün erkek mi tartışması başlar aralarında. Çok dar bir sokağa girerler o sırada. Dar bir koridoru, bir tüneli andırır sokak. Ya da doğum kanalı mı demeli, tam da doğum dansının üzerine. Sokaktaki tahta yükseltinin üzerine otururlar. Celine söze girer: “Hep bağımsız ve güçlü bir kadın olmak isterim ama sevmek ve sevilmek benim için çok anlamlı. Bunun dalgasını geçerim ama aslında yaptığımız her şeyi biraz daha fazla sevilmek için yapmaz mıyız?” “Bilmiyorum” der Jesse; “Bazen iyi bir baba ve koca olmanın hayalini kurarım. Yakın gelir. Ama bazen de aptalca gelir. Sanki bütün hayatımı mahvedecekmiş gibi. Bu, bağlanma korkusundan ya da önemsemekle ve sevmekle ilgili yetersizliğimden değil. Çünkü bunu yapabilirim… Dürüst olmam gerekirse; herhangi bir konuda çok iyi (başarılı) olmayı, iyi bir ilişki içinde olmaya tercih ederim”
Olmakla değil, yapmakla tanımlı ‘erkekliğin’ yarattığı peşin yorgunluk okunur satır aralarında. Bu yüzden sesinde erkeksi gururun yanısıra belki de hiç ulaşılamayacak bir hedefe kilitlenmişliğin sıkıntısı ve sıkışmışlığı da vardır. Celine, can kulağıyla dinler Jesse’yi. Satır aralarını da duyarak. “Eğer bir tanrı varsa, senin ya da benim içimde değil. Seninle benim aramdaki boşlukta. Bir büyü varsa, birini anlamaya çalışmanın ve paylaşımın içinde. Bunu başarmak neredeyse imkansız ama önemli olan bu değil. Cevap, bunun için çaba harcamakta”
Celine insanlar arasındaki ‘tanrısal’ olarak nitelediği bağlantılardan söz ederken Jesse hayranlıkla bakar ona. Bütün savunma kalkanları inmiş, alaycı tavrının yerini karşı konulmaz bir hoşnutluk almış halde. ‘Kulağına her şeyin iyi olacağını söyleyen bir Boticelli meleği’ olarak tabir ettiği Celine’e kaderini teslim eder o an. Doğum kanalına benzeyen o dar koridor, Celine’in yeni Jesse’yi doğurduğu yer olur. Jesse dönüşüme direnmez. Bu yeni ‘anne’ ikisinden bir ‘tanrı’ yapmayı denemeye kararlıdır. Jesse sırtını duvara yaslar ve kendini Celine’in şefkat yüklü kararlılığına bırakır. Ne olup bittiğini tam da bilemeden.
Sabah olup ayrılık vakti geldiğinde birbirlerine verdikleri sonsuz ayrılık sözünü tutamayacaklarını anlayıp altı ay sonra aynı peronda buluşmak üzere sözleşirler.
Celine randevuya büyükannesinin ölümü nedeniyle gelemez. Jesse gelir. Ve Amerika’ya eli boş içi Celine ile dopdolu döner.
Takip eden yıllarda, Jesse’nin bedeni hayatla uzlaşır. Tanıyıp güvendiği ama tutku duymadığı bir kadınla evlenir, çocuk yapar. İç dünyası ise büyük bir şantiye gibidir. Zihnine bir Celine tapınağı inşa eder Jesse. İçsel kuraklıkla geçen yıllar boyunca Celine’in hayaliyle yaşar. Annesinin hoyratlığında kaybedip Celine’in şefkatli kucağında yeniden bulduğu ve aynı gün tekrar kaybettiği anlaşılmışlığını, kabul edilmişliğini, sarıp sarmalanmışlığını arar durur. Bu kayıp, Jesse’nin gündelik hayatın salgısıyla hazmedemeyeceği, işle güçle koşturmacayla sindiremeyeceği kadar büyük bir kayıptır. Yazının sarhoşluğuna kapılmış bütün melankolikler gibi o da ancak yazarak üstesinden gelir bu kaybın. Birlikte geçirdikleri o geceyi yazar yıllar boyunca. Talihiyle de pazarlığa oturur: Tam adını bile bilmediği Celine’e ulaşabilmek için kendisi üzerine düşeni yapacak, yıllarını verip bir Celine romanı yazacaktır. Talihin yapması gerekense romanın Celine’i ona getirmesini sağlamaktır.
GÜN BATIMINDAN ÖNCE (BEFORE SUNSET – 2004)
Jesse’nin talihi söz dinler ve Paris’teki imza gününe getirir Celine’i. İlk geceden on yıl sonraki bu karşılaşmada, ikisi de zayıflamış, solmuş, olağandan fazla yıpranmıştır; kendi içlerine çökmüş gibi. Karısını sevmeyen Jesse, yazıdan aldığı güçle istemediği bir hayatı yaşamaya tahammül etmekte. Celine ise tam bir uzlaşmaz olup çıkmış. Hükümetlere, kapitalizme, ilişkilere hep muhalif hep antagonist bir tavır benimsemiş, öfkesi ve direnciyle ayakta kalmış. Tepkisel ve yalnızlığından yorgun.
Birkaç saat Paris sokaklarında dolaşıp on yıl önce dağılan parçaları toplamaya çalışırlar. İlk baştaki tutukluk yerini kendiliğinden bir akışa, karşılıklı kırgınlıklar birlikte oluşun hazzına dönüşür. Jesse o akşamki uçağa binmez, Celine’in yanında kalır.
GECE YARISINDAN ÖNCE (BEFORE MIDNIGHT – 2013)
Jesse, Celine’le birlikte olabilmek için karısından ayrıldı. Oğlu Henry’nin velayeti annesinde. Celine ve Jesse, Henry’ye yakın olmak için iki yıl Amerika’da yaşadılar. Ama sonra Celine gebe kaldı ve doğum yaklaşınca annesinin desteğini alabilmek için Paris’e dönmek istedi. Yedi yıldır Paris’teler.
Celine yaklaşık yirmi yıl önce ilk tanıştıkları gece şikayetçi olduğu ‘komutan’ edasıyla hem ikiz kızlarını hem de Jesse’yi çekip çeviriyor şimdi. Jesse ilk kitabın devamını yazdı, tanınmış bir yazar oldu. Celine ise hem anne hem muhalif olmaktan iyice yorgun düştü, uzlaşmadan sorunların çözülmeyeceğini düşünmeye başladı, hatta hükümetle çalışma fikrine sıcak bakmakta.
Yunanistan’da geçirdikleri altı haftalık bir yaz tatilinden sonra on üç yaşındaki oğlu Henry’yi Amerika’ya yolcu eder Jesse. Onunla konuşmaya çalışır, sorular sorar. Fakat oğlanın cevapları kısa ve kestirmedir. İtildiğini, dışlandığını hisseden Jesse, oğluna karşı tam da kuşanamadığı eğreti baba kimliğiyle sıradan öğütler verir. Oğlu bu yaz tatili için ‘hayatımın en güzel yazıydı’ der. Bu söz Jesse’yi hem sevindirir hem de suçlu hissettirir. Çünkü oğlunun yanında olamaz ve onu yine eski karısına gönderir. Henry’ye yeterince iyi annelik yapamayan eski karısı Jesse’yi hala affetmedi ve ayrıldıktan sonra kendini alkole verdi. On üç yaşındaki oğlunun karşısında yetersiz ve suçlu hissetmenin ağırlığıyla Celine’in yanına döner Jesse. “Oğlumun bana ihtiyacı var. Bu yıllarını kaçırırsam geri gelmeyecekler” der. Kendini belki de hala lise tiyatrosunun kostümlü provasında, on üç yaşındaki ergen gibi hisseden Jesse, tam da kendini bıraktığı yerden yakalamak ister oğlunu. Ona sahip çıkmak, kendine ve kendi olgunlaşma sürecine de sahip çıkmaktır bir yerde. Jesse’nin sözlerine karşı Celine ani tepki verir: “İşte burada biter! İnsanlar böyle ayrılmaya başlar. Bugün hayatımızı mahvedecek saatli bombayı kurdun!” Celine’in içindeki saflıktan, anlayıştan, Jesse’nin vaktiyle kaderini teslim ettiği şefkatli ‘tanrısallıktan’ eser yoktur tavrında. Suçlayan, uzlaşmaya kapalı, tehditkar ve ‘kestirip atan’ bu tavır, Jesse’nin oğluyla ilgili duygularını geri çekmesine neden olur.
***
Yunanistan’da ihtiyar yazar Patrick’in misafir evindeler. Patrick’in diğer davetlilerinin de katıldığı bir akşam yemeğinde, Celine, genç bir kadına bir erkeği ‘elinde tutmak’ konusunda şu öneriyi yapar: “Bütün aptal oyunlarda kazanmalarına izin vereceksin… Kazanması lazım yoksa seks yapamaz!” Bunun üzerine sofradakilere kısa bir gösteri yapar. Celine genç ve aptal kız rolüne girer ve Jesse’ye olan hayranlığını kur yaparak ifşa eder: “… Ah demek yazarsın… Ben yorgunken kendi adımı bile yazamam… Romeo ve Juliet’i filme dayanan bir kitap sanmıştım… Eminim kocaman bir penisin vardır!” Aptal gençkız rolündeki Celine’in yaklaşımından hoşnut olan Jesse “Ben neden bu kadına bu kadar çekim duyuyorum acaba?” diyerek ona sarılır. Sofradaki davetliler henüz bu sahnenin şaşkınlığını üzerlerinden atamamışken, Celine duygu dümenini aniden kırıp Jeese’den şikayet etmeye, hatta saldırmaya başlar: “Jesse eski karısına bebek bakıcılığı yapabilmek için Chicago’ya taşınmak istiyor!” gibi cümlelerle Jesse’yi değersizleştirir. Öyle ki diğer konuklar Jesse’yi savunmak durumunda kalır.
Uzlaşabilmek için oynadığı oyunun cezasını çeker Celine. Bastırılmış öfkesi, uzlaşma zemininin hemen altında, kırılmaya hazır bir fay hattı gibi bekler. Ve o sofradaki gibi uluorta zuhur eder. Ve sonra hiçbir şey olmamış gibi devam eder hayatlar. ‘Yüzgöz olmak’ dediğimiz şey: Ağza alınmayacak sözlerin söylenmesi ve duymazdan gelinmesi…
***
Celine ve Jesse, dostlarının armağan ettiği çocuksuz otel kaçamağındalar. Sessiz sakin bir ortam, büyük bir yatak, şampanya ve hatta isterlerse çift masajı. Güzel bir gece geçirmek için bütün şartlar sağlanmış durumda. Celine ve Jesse sevişmeye başlar. Ancak o sırada Celine’in telefonu çalar. Arayan Jesse’nin oğlu Henry. Celine Henry ile konuşur ve telefonu kapatırken ‘Annenle iyi şanslar’ der. Henry, Jesse’den çok Celine’e yakındır ve sırlarını onunla paylaşır. O yazın ömrünün en güzel yazı olmasının nedeni de Jesse’nin tahmin ettiği gibi onun ve ailesinin yanında olması değil, tatilde hoşlandığı kızdır. Jesse bu durumu bile oğlunu yolcu ettikten sonra Celine’den öğrendi. Yeterince yakınlaşamadığı oğlunun Celine’e olan yakınlığı dokunur Jesse’ye. Hayal kırıklıklarını, dışarıda bırakılmışlık duygularını tetikler. ‘Annenle iyi şanslar’ cümlesi, oğlunun içinde bulunduğu durumun zorluğunu yüzüne vurmasının yanısıra Jesse’nin de bizzat yaşadığı sıkışmışlığı açığa çıkarır. Baskın olan, ilişkiye ve Jesse’ye hükmeden taraf Celine’dir. Çocukların bakımı için kendi hayatından Jesse’ye göre daha fazla ödün vermiştir ve bunu fırsat buldukça Jesse’nin başına kakmaktan geri durmaz. Henry’ye söylediği “Annenle iyi şanslar” cümlesi, aynı zamanda Jesse’ye söylenmiş ‘Sana da benimle iyi şanslar” cümlesidir ve Jesse bunu en derininde duyar. İkisi de yarı çıplak, tartışmaya başlarlar. Tartışma Celine’in Jesse’nin eski karısına Medea demesiyle iyice alevlenir. Medea, hem Jesse’yi hiç istememiş olan annesi, hem de artık her fırsatta yaralayan Celine’in kendisidir. Jesse bu imgesel karmaşanın da etkisiyle köşeye sıkışır ve güçlü bir savunmaya geçer. Ardından saldırılar gelir. Kırgınlıklar, verilen ödünler, anlaşılmamanın acısı, bencilliklerin yüze vurulması, suçlamalar, aşağılamalar, zihin güreşi ve bastırılmış kıskançlık krizleri… Hepsi saklandıkları yerden çıkıp üst üste devrilir ve ikisinin arasında kalın bir duvar olur. Celine en sonunda “Artık seni sevmiyorum!” der ve kapıyı çarpıp çıkar. Uzlaşma zemininin altındaki fay kırıldı. Yeni bir uzlaşma zemini yaratmanın belki de en zor olduğu noktadalar.
Celine deniz kenarındaki kafede bir başına oturuyor. Jesse bir süre otel odasında durup terk edilmişliğinin sessizliğini dinler ve sonra kalkıp Celine’in yanına gider.
Jesse: Buradaki en güzel kadınsın. İş için mi buradasın?
Celine: Yabancılarla konuşmam!
Jesse: Biz yabancı değiliz. 1994 yazında tanıştık.
Celine: Beni başka biriyle karıştırdın.
Jesse: Hayır, hatta aşık olduk.
Celine: Sahi mi?
Jesse: Hı hı.
Celine: Belli belirsiz tatlı ve romantik birini hatırlıyorum. Bana artık yalnız olmadığımı hissettiren. Beni olduğum gibi kabul eden, saygı duyan.
Jesse: O benim. Biliyorum çünkü bu akşamı daha önce yaşadım. Ben bir zaman yolcusuyum. Odamda bir zaman makinesi var ve buraya seni kurtarmaya geldim.
Celine: Beni neden kurtaracaksın?
Jesse: Hayatındaki zırvalıklardan. Kurtarıcınım ben.
Celine: O zaman seni tanıyamadım. Bok gibi görünüyorsun.
Jesse: Sen hatırladığımdan da güzelsin.
Celine: Jesse bu bir oyun değil!
Jesse: Senin 84 yaşındaki halin bana bu mektubu verdi: Sevgili Celine, sana ormanın öte yanından yazıyorum.
Celine: Ne ormanı ben öyle şey yazmam!
Jesse: Sana bu genç adamı gönderiyorum. Evet genç ama sana yol gösterecek. Birçok sorunu var. Hayatı mücadeleyle dolu. Sevdikleriyle bağ kurmak ve onlar için orada olmakla ilgili sorunları en büyükleri. Ve bunun için çok üzgün. Celine, benim sana tavsiyem; hayatının en iyi yıllarına giriyorsun, bugün durduğum yerden bakınca görüyorum bunu. Sen iyi iş çıkardın. Kızların feminizm ikonu olacak…
Celine: Bu saçma oyunu bırak Jesse. Odada sana söylediğimi duydun mu? (Celine ağlamaya başlar)
Jesse: Duydum. Bence sen de herkes gibisin. Bir peri masalında yaşamak istiyorsun. Ben burada seni sevdiğimi, karşılıksız sevdiğimi söylemeye çalışıyorum. Seni güldürmeye çalışıyorum. Gerçek aşk istiyorsan, o bu işte. Gerçek hayat. Mükemmel değil ama bu.
Sessizlik.
Celine: Bu zaman makinesi nasıl çalışıyor?
Jesse: Biraz karışık.
Celine: Sanırım soyunmak gerekiyor.
Jesse: (Bilgiç bir tavırla) Uzay… zaman… süreç…
Celine: (Hayran gençkız rolünde) Vaaav!… Uzay… zaman…
Jesse’nin oyununa kendi oyunuyla karşılık verir Celine. Böyle uzlaşırlar.
***
Bu üç filmi özellikle ilişkilerde yaşanan gel-gitleri, çelişkileri ve duygu ikilemini ele alışı açısından zihin açıcı buluyorum. Uzun süreli ilişkilerde, cinsel çekimin ve hazzın sürdürülebilirliğinin sorun teşkil ettiğine de katılıyorum. Ancak ne okurlara ne de danışanlarıma Celine’in tabiri caizse ‘aptala yatma’ oyununu huy edinmelerini önermem. Her ne kadar bunu hemen her kadın; annesinden, halasından, mahallenin acar teyzesinden ya da kadın dergilerinden duymuş, okumuş olsa da. Çünkü bunun çözümden çok soruna katkısı olduğunu düşünüyorum.
Kadın canlısı ilişkilenme, erkek canlısı ise rekabet toprağında yetişir. Erkek ilişkiden, kadın ilişkisizlikten yorulur. Kadının ilişki kurmak için söylediğini erkek bazen meydan okuma olarak kodlar. Kadının yakınlaşma isteği erkeğin kadınlaşma ve erkekliğini kaybetme korkusunu tetikler… Kadınla erkeğin beraberce çarptıkları bir duvar bu. Birbirine muhtaç olma ve bir türlü örtüşememe, uzlaşamama hali. Bir çeşit tasarım hatası. Sanırım bu yüzden, hikayenin bende uyandırdığı ağırlıklı duygu, isyan. Denk düşmemenin, ruhsal gücün kötüye kullanılmasının, sahteliğin yarattığı isyan… Erkeğin ‘erkek’ olabilmesi için kadının aptala yatması; kadının eksik, zayıf, yetersiz olduğunu teslim etmek değil mi? Bu, kadınla erkeğin arasındaki uçurumu derinleştirmekten başka ne işe yarar? Kadını; kutsal ana / küçük kız / fahişe kategorilerine ayıran ve tekil rollere tıkıştıran toplumsal kabulün pekiştirilmesi değil mi bu oyun? Erkeğin yetersizlik kompleksini verili ve değişmez kabul etmek değil mi? Hele ki bu oyunu erkeğin yanında bir başkasına uluorta önermek; yetersizliği bağırarak yüze vurmak değil mi? Bu sahtelik, birbirimizi bütünüyle görmemize, kabul etmemize engel teşkil etmez mi? “Uzlaşma zemini buysa, uzlaşma olmaz olsun!” diyesi gelmez mi insanın? Aşağılanıp değersizleştirilerek ruhsal olarak hadım edilen erkeğe, (gerektiğinde) iktidarını teslim etmek için karşıt bir kuvvet lazım. Ne yapalım? Aptala yatalım. Şimdi patlattığın balonu yama ve yeniden şişir! Ne hazin…
Şehvet-şefkat dengesini koruyabilmek ve gerçek manada uzlaşmak; ötekini yerin dibine sokup sonra göklere çıkartmakla, ağza alınmaz olanı söyleyip duymazdan gelmekle değil; duymakla, anlamakla, ilişki içinde, ilişkiyle birlikte büyüyüp olgunlaşmakla mümkün olabilir belki.
Şule Öncü
18 Ağustos 2013
(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Uzlaşma temalı 29. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart