Varoluşun ağrıyan başı
Anlam
Anlam arayışı bir sözcükle başlar. Tek bir sözcük. Bir soru. Neden sorusu.
Sabah aynaya baktığında, dişini fırçalarken, asansör beklerken, çalışırken, trafikte tıkanıp kalırken, markette sıra beklerken, küvetin giderine çekilen suyun helezonunu seyrederken, yatağa yattığında tavanla akrabalığını hatırlarken, kendinden çözülür, havada süzülür ve sorar insan: Neden? Bütün bu çaba, bu koşturma, bu delice akış, bu savruluş, bu yorgunluk neden? Neden yaşıyorum ben?
Varoluşçu felsefe anlamı keşfetmeyi değil, icat etmeyi önerir. Anlamın bir sonuç değil süreç olduğunu kabul edersek, buna belki de anlamın inşasını ve icrasını da ekleyebiliriz: İcat, inşa ve icra edilen, insan yapısı bir varoluş elementi… Ne zor şey insan olmak. Bir yandan hayat yorar, bir yandan anlam arayışı. Gün gelir bitkin düşer insan, tükendiğini zanneder, tükendiğine inanır.
Anlamsızlık, anlık bir ürperme hissidir ilk başta. Çıplak sırta değen soğuk bir el gibi. Sonra Neden soruları uç uca eklenir, varoluşun belli belirsiz ipine dizilir, yokluktan mamul bir melankoli kolyesi olur, dolanır boynuna insanın. Sessiz, nefessiz, çaresiz kalışımız bundandır. Neden’e bir cevap bulamamaktan. Bulduğumuz cevapları cevap saymamaktan. Neden’lere ikna olamamaktan…
Yabancılaşma
İnsan olmak, spektrumun bir ucunda emperyalist hırs ve başta inkar omak üzere bilumum aşırıya kaçmış savunma mekanizmasıyla; diğer uçta ise savunmaların bırakılıp varlık-yokluk derdine düşmüşlükle karakterize. Bu iki uca da yakından baktığımızda varoluşa yabancı oluş çıkar karşımıza.
Emperyalist hırsla tanımlı narsisist ekstremite, toplu bir intiharın tetiğini çekmekte. Bakınız; küresel iklim değişikliğine ve türlerin karşı karşıya olduğu kıyıma rağmen ısrarla sürdürülen enerji ve yayılma politikaları…
Varlık-yokluk derdiyle tanımlı depresif ekstremite ise bireysel intiharlara taşıyor insan canlısını. Bu eksende yüzümüzün varlığa mı yokluğa mı bakacağı; depresif oluşla, anlam arayışıyla, yabancılaşmayla nasıl baş ettiğimize bağlı.
Anlam arayışı, hem yaşamla derin düşünsel katmanda karşılaşmamızı sağlar, hem de yabancılaşmaya iter bizi; akışın, kendiliğindenliğin, doğallığın dışına çıkarır; kendine bakan, kendini inceleyen, kendi varoluşunu sorgulayan oluşa taşır. Olup biteni anladığımız ve anlamlandırdığımız bir oluştur bu. Sürekli kalınamayacak bir oluş.
Varlığımızı sürdürebilmek için bakan-inceleyen-sorgulayan oluşta keşif ya da icat ettiğimiz cevapları (anlamları) toplayıp, doğal akışa geri döneriz. Tekrar eyleme geçen, yürüyen, üreten, yiyen, sevişen, hisseden oluruz. Bakan-inceleyen-sorgulayan oluş, ete kemiğe yabancı bir oluştur.
Yabancılaşma; hem değişimin, gelişimin, derinliğin yapılandığı; hem de kopuşun, umutsuzluğun, patolojinin kök saldığı bir zeminsizlik, bedensizlik halidir.
Yabancılaşma ne kadar sık ve uzun süreliyse ve kişi yabancılaştığında düşünsel olarak ne kadar şişerse; kendiliğindenlik zeminine inişi, doğal akışa uyumlanması ve bedenine yerleşmesi o kadar güç ve meşakkatli olur.
Harekete geçip hayata karışmamızı engelleyen eylemsizleştirici yabancılaşma durakları, depresyonla yakın akrabadır.
Depresyon
Depresyon, varlığa yerleşemeyen ruhun çilesidir. Süresi belirsiz bir sürgün hali. Sürgün ruh, kendine de, ötekilere de, eşyaya da yabancıdır. Yersiz, yurtsuzdur. Hiçbir yere sığamaz, hiçbir yerde olamaz, bir ucuna ilişemez yaşamın.
Depresyonu; acı, korku ya da üzüntüyle karıştırmamak gerek. Bütün bunlar kendine has nitelikleri ve yoğunlukları olan duygulardır. Duygu maddedir, depresyonsa antimadde. Duyguları soğurur ve kendine dönüştürür.
Depresyon bazen, kayıplar karşısında oluşan duruş bozukluğudur. Sevdiklerin, sağlığın, itibarın, zamanın ya da anlamın kaybıyla uğranılan ruhsal skolyoz.
Depresyonda ruhun derisi incelir. Hatta yer yer soyulur. Kişi kime değse canı yanar. Bu yüzden kimseye değmeden yaşamanın yolunu arar. Kimseye değmedikçe kaygısı artar, yaşamla bağları zayıflar. Bağlar zayıfladıkça deri daha da incelir. Depresyon döngüsü kendini böyle üretir ve sürdürür.
Depresyondaki kişi, etrafındaki insanlara bakar ve onlar için üzülür. Sadece kendi yaşamı, kendi zorlukları değil, bütün canlıların yaşam mücadelesi dayanılmaz bir acıyla yüklüdür. Varoluş topyekun kusurlu, karanlık ve ezici bir şiddetle kederlidir.
Depresyondaki kişi, yok oluşun yasını herkes adına peşin ödeyendir.
Acı çekmek bir şey, acıdan korkmak başka bir şey. Depresyonda, hem yaşanmakta olan ana hükmeden hem de gelecekte muhtemel olan acıya karşı duyulan korku ve dehşet söz konusu.
Depresyon varoluşun ağrıyan başıdır. Depresyondaki kişiyse o başın dayandığı omuz.
Depresyondaki kişi alamadıklarına odaklanır. Ama verilse de alabilecek durumda değildir. Çünkü sorun alamamaktan çok verememektir. Depresyon, verecek bir şeyi kalmadığına inanmaktır.
Depresyondaki kişi, ensesinde acımasız bir yargıcın nefesiyle yaşar. Ne yapsa ona yaranamaz. Değersiz, yetersiz, suçlu hisseder, en küçük hatalarını bile affetmez, cezasını arar, cezasını yaratır.
Depresyon, bağ kopukluğudur. Sanki görünmez bir el, sizi hayata bağlayan fişi çeker.
Özellikle çocuklukta aldığımız kabul, sevgi ve onay; depresyona karşı bizi koruyan karma aşıdır. Bu aşıya ihtiyacımız hayat boyu sürer. İhtiyaç karşılanmadığında bedenin stresle baş etme mekanizması bozulur, ruhsal bağışıklık sistemi zayıflar. Sistemin çöküşü depresyondur.
Psikolojik bağışıklık sistemi çökünce, hayattan mola alması gerekir insanın. Depresyon, hayattan mola alayım derken kişinin kendine saplanıp kalmasıdır. Depresyon tedavisinde bu kez kişinin kendinden mola alması sağlanır.
Depresyon, dışarıdan bakıldığında devasa bir bencillik halidir. Onca yaralı, onca darmadağın bir “ben”den nasıl böyle bir ses çıktığına şaşar kalırsın.
Varolmayı unutma tüzüğüne uygun bir yaşam, tüketim seremonileriyle bizi sahte yaşantılara sürükler. Sahte yaşantılarsa yaşamamışlık hissi yaratır. Bir tür boşlukta olma hissi. Bu boşluk, ölüm kaygısını arttırır.
İnsan ne yaparsa yapsın çevresini etkileyemiyorsa öfkesi nefrete dönüşür. Nefret içe dönerse depresyon, dışa dönerse agresyon olur.
Anti-demokratik yönetim ve dışlayıcı söylem de, öfkeye hedef gösterip nefrete dönüştürür. Böylece herkes “ötekinden” korkar hale gelir. Çünkü nefret korkaktır.
Depresyon, kendilik nefretidir. Kendine şefkat duyamamaktır. Bünye yeniden şefkat üretebilmeye başladığında kişi depresyondan özgürleşir. Şefkat depresyonun panzehiridir.
Depresyon, seçmediklerinin gölgesidir bazen.
Depresyon, ebeveynden çocuğa geçer. Ebeveynin depresyonu, çocuğun taşıyabileceği, çare olabileceği bir durum değildir. Çocuk, ebeveynle baş edebilmek için onu depresyonuyla birlikte içselleştirir, kendine mal eder.
Depresyonun manik ve/veya hipomanik episodları varsa, kişi büyülü yaşantı ve/veya büyülü nesnelere bağımlıysa (aşk, sanat, uyuşturucu gibi), tedaviye direnç yüksektir. Özellikle de antidepresan kullanımına. Çünkü antidepresanlar, iki kutbu da yumuşatır. Ne çok kötü ne de çok iyi hissedersiniz. Kişi maniyi ya da “büyü”yü kaybetmemek uğruna depresyona katlanır, depresif kimliğine sarılır.
Depresyondaki kişi, ruhundaki boşlukla baş edebilmek için kendine nihilizm telkin eder. Sadece iç dünyası değil, her şey boş, her şey anlamsızdır.
Depresif olmakla depresyonda olmak aynı şey değildir.
Hafif depresif oluş, gerçekliğin olduğu gibi kabul ve idrakini destekler. Gerçekliğin kabul ve idraki de hafif depresif oluşu.
Depresif Realizm: Hafif depresif kişilerin (depresyondakilerin değil) geleceğe dair öngörülerinin, depresif olmayanlara göre daha gerçekçi ve tutarlı olduğu tespit edilmiş.
Bu durumda depresif realizm, ideal bilinç zeminidir belki de. “Nasıl daha iyi olabilirim?” sorusu ancak “Durumum kötü”nün kabulünden sonra gelir.
Depresifler, zor günlerde, korkulanın başa geldiği durumlarda sağlam durmaya, destek olmaya yatkındırlar, kriz masası işlevi görürler. Çünkü onlar en kötüye hazırlıklıdır.
Bugün, mutlu olmak neredeyse bir mecburiyet ve temelde tüketmekle tanımlı. Hayatı tüketmek. Hayattan koparmak. Sistem, hayattan istediğini koparıp alamayanları lanetler çünkü: Yaşamın sana olan borcunu tahsil edebilen muktedirlerden misin, yoksa çarpılmış, dolandırılmış bir ezik misin? Keyif katsayın kaç?
Mutluluğu ispat çabası; mutsuzluğu, yabancılaşmayı arttırır. İnsanı otantik oluştan çıkarıp sahte bir duruşa, pozda oluşa sürükler.
Sistemin dayattığı keyif alma zorlantısına kapılmak, depresyonları maskelerken derinleştirdi. Öyle ki intihar notunda bile, “Vaktiyle çok keyif aldım, bütün keyifleri tükettim” mesajı verecek duruma geldik. Bizi yaşamın son dakikalarında bile keyifli bir duruşa sürükleyen Zeitgeist, mutasyona uğramış kolektif bir depresyon hali olabilir mi?
Aramızda kompulsif hedonizm (keyif alma zorlantısı) olmasa, daha depresif ama daha gerçek bir zeminde karşılaşabiliriz.
İntiharın ne kadar iradi seçim, ne kadar depresyon kaynaklı olduğu tartışılır. Çünkü bu ikisinin kesişim kümesi bütünüyle muğlaktır.
Depresif gurur; derin dokuya sirayet eden depresyonun tahrip ettiği zihnin geliştirdiği bir tutunma düzeneği. Savunmaları çöken depresyondaki kişi, zamanla tutunacak tek dalın depresyon olduğuna inandırır kendini. Zihin, çaresizlik duygusuna tepki olarak gurur kutbunu yaratır ve kişi kendine zarar veren depresif kimliğine sarılır:
Depresyonunu estetize eder (Müzik ve edebiyatta örnekleri çoktur) Depresyonunu rasyonalize eder; “Depresyonum olmazsa derinleşemem/yazamam/aşık olamam/resim yapamam…”
Depresyonunu idealize eder; “Mutlular hep salak zaten!”
Depresif gurur, karanlığın şehvetine kapılıp aydınlığı yok saymaktır. Depresyondaki kişi yaşamın karanlık kadar aydınlığı da içerdiğini unutur. Depresyon, bütünlük algısını bozarak da sakatlar insanı.
İnsanı intihara sürükleyen depresyona girmek değil; depresyona sarılmak, depresyona karışmaktır. Çünkü o zaman sarmaşık, ağacın yerine geçer. İntihar eden kişi, sarmaşıktan kurtulmak için ağacı keser.
İntiharını cümle aleme ilan etmek, insanlığın üstüne üstüne ölmektir. Hastalık bulaşmasın diye aksırırken ağzımızı kapatırız oysa. Sahnedeki müntehir, sadece kendini değil, başkalarını da korumaz kendi gazabından. Koruyamaz. Bunu gözetemeyecek kadar kaybolmuş, şefkatini yitirmiştir. Peki mümkün müdür iyileşmesi? Yeniden bağlanması hayata, insanlara, ağaçlara… Mümkündür. Onu o hale getiren toplumun sağırlığına; toplumu sağır eden sistemin gürültüsüne rağmen ve aynı sistemin gürültüsü eşliğinde, yine de mümkündür iyileşmek.
İyileşme
Depresyon üşüyen ruhların yorganıdır. Kişi yorganını üstüne çeker ve ölüme benzer bir uykuya dalar. Uykusunun içinde giderek mayalanır, başkalaşır.
Depresyon tedavisinde, doktrine göre şekillenen, steril duruştaki bir psikoterapist, hastaya genellikle soğuk, uzak ve ulaşılmaz görünür. Zaten zayıf olan iyileşme inancını ve umudunu kırma riski taşır. Dolayısıyla, hastanın ihtiyacına ve terapötik ilişkinin gerçekliğine göre şekillenen, otantik oluştaki bir psikoterapistin hastayla bağ kurma ve yardım edebilme ihtimali daha yüksektir.
Depresyon tedavisinde duygusal eşlik ve insani temas önemli ve gereklidir.
Bu nitelikte bir terapötik ilişkiyi ve gerektiğinde kimyasal takviyeyi içeren bir psikoterapi süreci, üşüyen ruha sağlanan bir hırka işlevi görür. Böylece kişi, depresyon yorganının altından çıkıp hareket edebilir, yürüyebilir, ellerini kollarını kullanır hale gelir.
Depresyondaki kişi, uzun süre dehşetle karşı karşıya kaldığı için duygulardan korkar haldedir. Depresyon tedavisi, bir bakıma, duygudan korkmamayı, duygunun içinde cesaretle durabilmeyi yeniden öğrenme sürecidir.
Depresyon, varlığına karşılık bulamayan insanın yaşama küskünlüğüdür. Tedavide öncelikle bu karşılığı sağlayabilmek esastır.
NOT:
Sevgili anlam arayışındaki kişi,
varoluş bir soru olsaydı, anlam cevap olabilirdi. O zaman bütün işimiz anlamla uğraşmak olurdu. Peki varoluş bir soru mudur? Varlık, tek sorulu bir sınav haline nasıl gelir? Sorunun cevabını veremeyen, neden ölmek ister? Varoluşu sınav gibi algılayan, kendini buna inandıran insan zihni, yine insan zihniyle ne kadar incelenebilir…
Aklıma böyle sorular geliyor işte. Ve de bazen şunu düşünüyorum;
yüzünü yaşama dönmek; Neden’lerin hışmından kurtulabilmektir belki de. Nedeni sormuş, nedeni aramış, nedeni bulmuş, bulduğunu beğenmemiş, yenisini bulmuş, nedenleri çoğaltmış, nedenleri azaltmış, nedenleri rafine etmiş, nedenleri keyiflerle çarpıştırmış, nedenlerin üstüne basıp geçmiş, nedenlere sarılıp ağlamış, nedenlere küsmüş, nedenlerle barışmış ve sonunda nedenlere gülüp geçmiş olmak…
Yüzünü yaşama dönmek, anlamsızlığa da şans tanıyabilmektir.
Şule Öncü
9 Aralık 2014
(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin İntihar temalı 37. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart