xzc
Dünyayı kaldıran hafif adam
GORA’da, yaratıcısının üzerine yüklemekten imtina etmediği ergenlik fantezilerinin gölgesinde kalan çiğ karakter Arif Işık; bu kez pişmeye yüz tutmuş, ete kemiğe, ruha bürünmüş bir halde karşımızda. Senaryo / Emek oranları karşılaştırıldığında AROG = 10 x GORA denklemini gönül rahatlığıyla kurabiliriz ki, dört yıl için hiç de fena sayılmaz. Özellikle filmde emeği geçenler açısından oldukça sevindirici.
Arif Işık: Riya geçirmez, kin tutmaz kahraman. En azılı düşmanının tövbe ettiğine inanacak kadar saf, adamı kolundan tuttuğu gibi evine götürüp içki sofrasına oturtacak kadar dost canlısı. Ne geçmişin hesabını tutar, ne geleceğin kaygısını taşır. Bugünün adamı. Çünkü varolabilmek, varlığını sürdürebilmek için hep anlık çözümler bulması, günü kurtarması gerekmiş. Bu yüzden bir türlü yerleşememiş, yerini benimseyememiş. Takılıp düşmemek için önüne bakmaktan uzağı görememiş; küçük hesap yapmaktan, büyük hesapların farkına varamamış bir adam. Tanıdık, pek tanıdık.
Şimdi; böyle bir Arif Işık, yaşadığı günden bir milyon yıl öncesine gönderilirse, karısı ve doğacak çocuğu da kaçırılırsa ne yapar? İlla ki bir yerden başka bir yere yürür, bir şeyden başka bir şeye dönüşür değil mi? Ama nasıl, niçin, hangi kuvvetle?
Hafif şuursuz ve saf insanlar için “içi dışı bir” deriz. İçini (ruhunu) bileni, içindeki derinliğin ve mananın farkında olanı, dışını içine bilerek, isteyerek uyduranı değil; içi dışına hasbelkader uymuş olanı, içiyle dışının farkını hiç anlamamış, ‘içi’ denince hep ‘dışını’ anlamış insanı kastederiz. Arif Işık da böyle biri: İçi dışı bir. Ve tam da kastettiğimiz anlamda; hafif şuursuz ve saf olanından. Dış dünyanın adamı. Ekmek derdinden varlık yokluk derdine düşememiş. Bu yüzden varlığını sorgulamamış, kendini hor görmemiş, her koşulda pratik bir çözüm yolu bulacağına inanmış, kuyruğu hep dik tutmuş. Ne toprağın altını ne bilincin dışını dert edinmiş kendisine. Böylece aklı da ruhu da hafif kalmış. Onun içindir ki öteki kutupta, madde aleminde ağır çekiyor. Hem kendi kişiliğini hem de etrafındakileri bu sarsılmaz, çocuksu güvenle örgütlüyor. Kendi deyimiyle “Sımsıkı, taş gibi, dimdik!” Ve Arif, örgütlediği topluluğu da arkasına alıp, “Sımsıkı, taş gibi, dimdik!” olma halini, dünyaya haykırırken en çıplak haliyle çıkıyor karşımıza. Arif’i Arif yapan şeyi, Arif’in itici gücünü, çekirdeğini izliyoruz bu müstehcen sahnede. Duygusallık ve tepkisellikle tanımlı bir çekirdek bu. Çabuk hislenen, kolayca coşkuya kapılan, harekete geçtiğinin ancak hareket başına dert olduğunda anlayabilen bir kişilik yapısı. İlkellik ve çocukluğun ideal karışımı. İçgüdüleri canlı, erkekliği heyecanlı bir çocuk-erkek Arif Işık. Tam da bu yüzden hem şefkat hissi uyandırıyor insanda hem de tahrik ediyor. Tam da bu yüzden, düşüne düşüne, eyleme geçemeye geçemeye, kendine acıya acıya ağırlaşanları, hep Arif gibiler çıkarıyor kaçtıkları deliklerden. Kasvete ve çaresizliğe yenik düşen dünyaları, düştükleri yerden, hiç düşünmeden kendinden geçebilenler kaldırabiliyor. Ama tabii bu dünyaların nereye doğru kalktığı önemli. İyi güzel kalktık da, nereye yürüyoruz? İşte o anda Arif’in farkında olmadığı Allah vergisi sezgileri devreye giriyor. Duygusallığına ve tepkiselliğine rağmen ve tabii biraz da
duygusallığı ve tepkiselliği sayesinde (karmaşık yaratıklarız vesselam) insani olarak iyiye ve doğruya dair sağlam denebilecek bir sezgisi var Arif’in. Cin fikirlerle hemcinslerinin etrafından dolanıp para kazanmış olsa da kimsenin sırtından zengin olmamış, kimseyi ezmemiş, kasıtlı incitmemiş bir karakter. Çocuğu, kadını, çaresizi, mazlumu kurtarmak söz konusuysa duygusallığı farkındalığa, tepkiselliği doğru zamanda doğru eyleme geçecek spontanlığa dönüşebiliyor. Ufak tefek aksamalar da olsa, böyle bir bilgeliği var. Zamanla ve Taşo’nun varlığıyla gelişip güçlenen bir bilgelik bu.
Taşo, AROG’un sanatı ve sanatçıyı temsil eden karakteri. Sanatçının “Sanatçı olup ezileceğine, savaşçı ol da sen ez!” diye gürleyen korkunç babaya, kurulu düzene isyanı. Taşo Arif’in yanında, onun iş birlikçisi, eril şiddetini frenleyen, dengeleyen yanı. Net ve güzel çizilmiş, ustalıkla ve samimiyetle canlandırılmış, önemli bir karakter. Bu noktada Arif’in kendine ve takımına tezahürat yaptığı, yukarıda sözü geçen müstehcen sahneye dönelim tekrar. Çünkü sahnenin devamında Arif’in sezgileriyle bağlantısının kopup özgüveninin megalomaniye, ‘biz ruhunun’ düşmanlık filizlerine dönüşmeye başladığı anda Taşo’nun devreye girmesi oldukça anlamlı. “Biz de varız ve özgürüz”ün “Bizden olmayan ölsün”e dönüştüğü an bu. İnsanın gözünün dönmeye, aklının bulanmaya, niyetinin bozulmaya başladığı an. Tutkuyla ve heyecanla olmak istediğimiz, ya da karşımızdakinin olmasını istediğimiz şey, nasıl bir şey? Olduğumuzda, olunduğunda hoşumuza gidecek mi? O şeyin, her şeyin çığırından çıkma ihtimalini de içinde barındırdığını hissediyor muyuz? Yaşarken, seçim yaparken, bütün bu kritik soruların cevabını ararken; sanatın eylemi, sağduyunun ideolojiyi dengelemesi gerekiyor. Arif ve Taşo’nun birbirini dengelediği, birbirlerinin yanlışlarını düzeltip eksiklerini tamamladıkları gibi. Öyle ki, ikisi arasındaki bu bütünleyici alışveriş, medeniyetin sanatla ilişkisini mizahi ve estetik bir dile döküyor, filmi derinleştiriyor. Büyük düşünsel iddialar taşımayan bir komedi filmi olmasına ve Hollywood’un “Asla vazgeçme” şablonuna fazlasıyla oturmasına rağmen, AROG, hem politik hem de insani açıdan doğru yerde duruyor. Geçtiğimiz yıl izlediğimiz “Madem bu topraklarda bize zulüm var, kalkın gidelim yavrularım” mesajı veren; entelektüel veya ideolojik iddialarla yüklü bazı filmlerimizden daha yüksek bir sezgiyle yazılmış olduğuna dikkat çekmek yerinde olur.
Ancak, filmin takıldığı, takıldığı yerden sarkmaya ve izleyicinin ilgisini, dikkatini, sempatisini terk etmeye başladığı bir yer var ki tam da müsebbibi olan sezginin takılıp düştüğü yer aslında: Futbol sahnesi. Arif, biri mazlum biri zalim iki yontma taş kabilesini barıştırmak için bir çözüm yolu öneriyor. Ortak müştereklerde buluşmak için dil yetmiyorsa; rüşdünü ispatlamak için ille de baskın güçle kapışmak gerekecekse, ille de savaş olacaksa; bari futbol sahasında olsun, diyor. Gayet barışçı ve mantıklı bir çözüm. Buraya kadar şahane. Sonra maç başlıyor. Ve maç uzuyor. Ve maç bir türlü bitmek bilmiyor. Futbol, hayatta olduğu gibi, filmde de kendine ayrılması makul ve mantıklı olan sürenin dışına taştıkça taşıyor. Erkeğin rekabet hırsını doyurmaya, şiddet fazlasını boşaltmaya hizmet eden dünyanın reytingi en yüksek oyunu, aynı zamanda, erkeğin oynarken, oyun oynadığını unuttuğu bir oyun. Aracın amaca dönüştüğü kritik noktada duruyor. Erkeğin çocuk, kadının eksik kalmasının nedenlerini biraz da futbolda, fanatizm olgusunda aramak gerek.
Düzenden çok kaosun hüküm sürdüğü, otoritenin sesinin hep kapalı kapılar ardından geldiği, çoğu zaman da bu belli belirsiz sesin ne söylediğinin anlaşılmadığı bir milletin evladı Arif Işık. Babanın adının ince ve titrek çizgilerle okunaksız yazıldığı, tam da bu yüzden çocukların babalarını tanıyacak kadar okur yazar olamadığı bir toplumun ferdi. Kanunsuzluğun, kuralsızlığın belirsizlik ateşini körüklediği, bireyin bu belirsizlik ateşinin etrafında hipnotize olup gevşediği, kazandığı esnekliği de büyük oranda bu şuursuz gevşemeye borçlu olduğu bir ortamın insanı. El yordamıyla yürüyor. Rol modelini yoktan var etmeye, kendine kendinden bir ‘baba’ yapmaya çalışıyor. Ve bu yolculukta karısı Ceku’nun aklına, şefkatine, işbirliğine muhtaç. Tıpkı Ceku’nun, Arif’in azmine, iradesine ve cesaretine muhtaç olduğu gibi. Her ne kadar kibir zırhlarımız artık sırtımıza yapışmaya başlamış, kendi imgelerimize baka baka gözlerimiz kamaşmış olsa da, Arif Işık hakkında, kendi hakkımızda düşünürken, bu gerçekleri de unutmamak gerek.
İşte sayın seyirci; AROG’a şaşı baktığımda karşıma çıkan cümleler bunlar. Ya Cem Yılmaz bilerek koydu onları oraya, ya da tesadüfen oradalar. Her halukarda, filmi nasıl olsa izleyeceksiniz. Bu sefer, “Vay anasını, filme bak!” deyip geçmeyin, Arif Işık’ı izleyin. Bütün hikaye orada.
Şule Öncü
1 Aralık 2008
(Bu yazı Tempo dergisinde yayınlanmıştır)