ÖNSÖZ
Çekirdek ailede yetişen neredeyse bütün çocuklar gibi benim de tanık olduğum ilk kadın-erkek ilişkisi anne-babamın ilişkisiydi. Kavgalı, gürültülü, fırtınalı bir ilişki değildi onlarınki. Anlaşamadıkları, öfkelendikleri, kırıldıkları ya da çatışacaklarını fark ettikleri zaman genellikle iletişimi dondurur, sorunu erteler, küslüğe yakın bir zeminde, kısa devre yapmamak için birbirlerine değmeden yaşayarak durumu idare ederlerdi.
Evimiz dışarıdan bakınca herkesin görevini yaptığı, işlerin tıkır tıkır yürüdüğü “normal” bir evdi. Gel gör ki içeride bazen günlerce, haftalarca süren derin, sessiz ve soğuk bir savaş hüküm sürerdi.
Babam annemden önce yatardı ve birlirlerinden kopuk oldukları dönemlerde her gece yatağa giderken anneme bakıp; “Yatıyorum, bir şey diyor musun?” diye sorardı. Annem başını “hayır” anlamında iki yana sallar ya da hiç karışılık vermezdi.
Bu kasvetli soru cümlesinin babama özgü olduğunu zannederdim. Zamanla, pek de öyle olmadığını fark ettim. Başkaları da kuruyordu bu cümleyi. Ve ne çok şey söylüyordu tek bir cümle ile:
“Bak, yatıyorum ama huzursuzum. Mutsuzum. Çünkü bugün de konuşamadık. Bugün de anlaşamadık. Anlaşılmadık. Bunun için üzgünüm. Kızgınım. Kırgınım. Kendimi suçlu hissediyorum. Sorumlu hissediyorum. Ama sen benden daha suçlu ve sorumlusun. Hem ben üzerime düşeni yapıyorum bak; sana bir şans veriyorum; ilk adımı atman, benimle konuşman, benimle anlaşman için. O yüzden soruyorum sana, bir şey diyor musun? Ama lütfen, ama sakın, ama sen sen ol, o bir şeyi diyeceksen de şimdi deme. Çünkü dedim ya, yatıyorum ben. Geç oldu. Uykum var benim. Konuşmaya mecalim yok. Taşıyamıyorum artık bu gerilimi. Taşıyacaksan sen taşı, ya da bırak ikimiz de altında kalalım yine. Çünkü gün bitti. Bugün de mutsuz bitti. Bırak bitsin. Yeter ki bitsin… Gelip bana sarılmayacak mısın sahi?”
Tek bir cümlede ne çok duygu, ne çok niyet, ne çok tezat; kaçış-yaklaşma, gizlenme-açığa çıkma, umut-umutsuzluk, suçlama-yakarış, gurur-itiraf, tehdit-özür, pişmanlık-ayak direme, açmaza sürme-yardım dileme ve derin bir çaresizlik… Hepsi bir arada.
Çocukken bu cümle, tarifi imkânsız bir iç sıkıntısı verirdi bana. Çözmeye gücümün yetmediği karmakarışık bir matematik problemi gibi gelirdi. Sanırım biraz da bu yüzden ömrümün geri kalanını bu ve bunun gibi cümleleri çarpanlarına ayırmaya adadım. Söylenenleri ve söylenemeyenleri duymak, anlamak, anlatmak, anlamlandırmak, söyletmek, duyurmak; söylenenlerin ve söylenemeyenlerin altında kalanları sıkıştıkları yerden çıkarmak ve bir daha enkaz altında kalmamalarını sağlamak, yaşam biçimim oldu. Elinizdeki kitabı yazma amacım da bu.
Yatağa hiçbir zaman kopuk, kırgın, küs ve mutsuz girmemeniz dileğiyle…