fdsafds
Hayata uyanmak…
Kronik suçluluk duygusu, yerine getirilmeyen sorumluluğa bağlı duyguların metamorfozudur.
“Geçmişe baktığında, mücadele ile geçen yılların en güzel yıllar oluğunu fark edeceksin” der Freud. Geçmişime baktığımda şüphe etmeden söyleyebilirim ki hayatımın bugün en özlem duyduğum, en yeri doldurulamaz dönemi, en zor yıllarımdı. En yoğun mücadeleyi verdiğim, yorgunluktan bitkin düştüğüm, çaresizlikten ağladığım, pes etmeye en çok yaklaştığım ama pes etmesi bir o kadar mümkün olmayan, her şeye rağmen her günü, her anı için şükran duyduğum; kendi hakkımda, yaşam hakkında, zamanın akışı, evrenin işleyişi hakkında o zamana kadar farkında olmadığım derinlikte bir sezgi ve idrake eriştiğim yıllar. Annelik serüvenimin ilk yılları…
Ebeveyn olmakla ilgili söylenecek çok söz var elbet. Kendi annelik serüvenimde fark ettiğim, bana göre ebeveyn rolünün ana yolunu teşkil eden bireysel dönüşüm süreciyle başlamak sanırım en iyisi. Bu metinde kendi dönüşüm sürecimin yanı sıra buna bağlı olarak gelişebilen ebeveyn suçluluğu meselesine değineceğim.
90’lı yıllarda sevdiğim işi yaparak, sevdiğim insanlarla paylaştığım, bohem denebilecek bir ilk gençlik hayatı yaşarken; kendimi inşa etmek ve hayatı anlamlandırmak adına dönemin maddi manevi koşullarını zorlarken, kendime dair önemli bir gerçeği keşfettim: Aslında hep tanımanın, anlamanın, öğrenmenin peşindeydim. Eğlenirken bile… Bu keşfin “Şimdilik bu kadar eğlence yeter!” noktasına gelmemi hızlandırdığını söyleyebilirim. Sosyo-kültürel türdeşlerime göre oldukça genç denebilecek yaşta çocuk sahibi olmaya böyle karar verdim; bir sonraki öğrenme sürecine geçme arzusuyla.
Gebelik ve doğum sahnelerini, belki de başka bir metnin konusu olmaları sebebiyle atlıyorum. Doğumu takip eden ilk günlerde, bebeğime en az bir, mümkünse iki yıl kendim bakmaya karar verdim. (Doğumdan önce birkaç ay içinde işe döneceğimi sanıyordum). Bu yeni karar tamamen duygusaldı ve ani gelişti. Kızımın babasının da desteğiyle uygulamaya geçtim.
Anneliğin ilk haftaları, neyi nasıl yapacağımı keşfetme telaşıyla geçti. Gebeyken okuyup araştırmıştım ve bilgi gerektiren durumlara hazırdım. Gel gör ki annelik işinin özü bilgiyle yapılmıyordu. Zihnim bilgiyi hatırlayana kadar elim kolum çoktan iş görmeye başlamış oluyordu. Pratik zekâm için genlerime ve beni küçük yaşta ev işlerine koşup el becerilerimi geliştirmemi sağlayan anneme en çok şükran duyduğum dönemdir o ilk günler. Birkaç haftanın sonunda kendime ve bebeğime göre bir düzen oturtmuştum. Düzen tıkır tıkır işliyordu işlemesine ya, bütün gün ve tabii gece boyunca köle gibi çalışıyor, akşam bebeğimi yatırdığımda çöl geçmiş develer kadar yorgun oluyordum. Kendime yaşam destek ünitesi adını takmıştım o sıra. Yaşam destek ünitesi aşağı, yaşam destek ünitesi yukarı, bütün gün koştur dur…
İlk altı ay, ağır iş yükünün ve uykusuzluğun da etkisiyle, derin bir transta gibiydim. Mümkün olduğunca kısa cümlelerle iletişim kuruyor, gerekmediği sürece konuşmuyordum. Zaten istesem de iki uzun cümleyi üst üste kuramaz haldeydim. Bütün bebekler gibi dünyaya dilsiz gelmiş olan bebeğimle birlikte ben de dilsizliğime dönmüştüm sanki. O gülüyordu, ben gülüyordum. O şaşırıyordu, ben şaşırıyordum. O ağlıyordu, ben kucaklıyordum, o ağlıyordu ben emziriyordum, o ağlıyordu ben uykumdan uyanıyordum. Hem de ne uyanmak! İçime ağzımdan bir balık ağı atılmış, bütün iç organlarım dışarı çekiliyorcasına uyanıyor ve yanına koşuyordum. Dokunarak anlaşıyorduk. Temas ederek. Bakışarak. Kimi zaman, sevdiğim bir şarkının melodisini mırıldanarak teskin ediyordum onu.
Ve dikkatle izliyordum. Yüzüme bakışını, uykuya dalışını, yanağının değdiği her yerde meme arayışını, banyo vakti kollarını çırpışını, kirpiklerinin titreyişini, incecik boynuyla koca kafasını dik tutmaya çalışmasını, soyduğumda neşeyle debelenmesini, uyurken yüzünde beliren ifadeleri ve o ifadelerin Zeki Müren’in oyunculuğunda olduğu gibi duygudan duyguya hızla sekişini; heyecanlı, üzgün, şaşkın, korkmuş, meraklı, neşeli…, gülüşünü, esneyişini, parmağını emişini, en çok da ışıklara bakışını izliyordum. Yüzünü güneşe dönen günebakanlar gibi aydınlığa öyle bir dönüşü, ışığın geldiği yöne öyle bir bakışı vardı ki, o bakışta insan soyunun o güne kadar biriktirmeye çalıştığı bütün bilgiyi, sezgiyi, bilgeliği görür gibiydim. Evrene, yaşama dair, bize sır gelen, aklımızla çözemediğimiz her şeyi bilerek doğmuştu sanki. Sadece anlatamıyor gibiydi. Ve hızla unutuyordu bildiklerini. Dünyaya uyandıkça, geldiği yere uyudu…
O zamana kadar kendimi yazarak değil, resimle, görsel saatlarla ifade eden biriydim. Annelik beni rengin ve formun ardındaki anlam katmanının derinliklerine sürükledi. “Sürükledi” diyorum, çünkü ruhsal değişimin debisi o kadar yüksekti ki, zihinsel konrolüm hatta takibim dışında büyük bir hızla dönüşüyor ve başka bir yere götürülüyor gibiydim. O güne kadar manzarayı seyretmiş ve sörf yapmıştım sanki, şimdi ise ağırlıklı serbest dalıştaydım. Geçmiş olduğum yeni algı katmanının basıncı, öncekinden kat kat fazlaydı. İçeride yaşam zordu. Gün boyunca yaptıklarıma bakınca hayatım basit ve tekdüze görünüyordu ama içeride olup bitenler bir o kadar karmaşık ve kaotikti.
Eski hayatımın ayrılmaz bir parçası olan tasarım bilgisayarımın dev ekranına bakmak içimden gelmiyordu. Aklımı toplayabilmek ve o günlerin kaydını tutmak için kendime birkaç defter aldım ve bebeğimin uyuduğu kısacık zaman dilimlerinde yazmaya başladım. İlk başlarda çoğunlukla birbirinden kopuk cümleler, bazen sadece kelimeler karalayabiliyordum. Giderek yazdıklarım şiire benzemeye başladı. Sonra kısa düz yazılar, birbiriyle ilintili öykü ve roman motifleri geldi. Öğrenim hayatımda mürekkeple yazdığım metinlerin aksine, bu kez kanla, kendi kanımla yazdığımı hissediyordum (Nietzsche’yi rahmetle analım). Ortaya çıkan metin; şiirdi, denemeydi, öyküydü, iyiydi, kötüydü, vasattı, her neyse oydu (beni çok da ilgilendirmiyordu ne olduğu) ama kesinlikle organikti. Doğumu takip eden iki yıl içinde, bebeğim konuşur, ben de kendimi yazarak ifade eder oldum. Yazma serüvenimle annelik serüvenim aynı zamanda başladı diyebilirim. Bugün bu yazıyı da, 16 yıl önce bebeğimin hayata alışma mücadelesinden bitkin düşüp uyuyakaldığı kısa dinlenme ve yaşamı dinleme anlarımda başlayan kalem-defter mesaim sayesinde yazıyorum. Bebeğimi izleye izleye, onun hizmetinde çalışa çalışa, onunla kısa cümlelerle konuşa konuşa, yeni bir dil indirdim kendime. Bu yeni dil, yalın, basit ama öncekinden daha derin ve anlamlı geldi bana.
Ve yıllar sonra fark ettim ki, çocuğum ne yaparsa ben de aynını yapacaktım. Bana dokunmaya, benim üzerimden hayata güvenmeye mi çalışıyor; ben de ona ve ötekilere dokunmaya çalışacak, kendime güvenmenin, ona ve başkalarına güven vermenin yeni yollarını araştıracaktım. Dil mi öğreniyor; kendimi ifade meselemi tezgâha çıkarıp ince ince işleyecek, yeni bir düşünsel ve duygusal dil edinecektim. Bana isyan edip benden ayrışmaya, bireyleşmeye mi çalışıyor; annemle ve anne ikameleri’mle olan derdim çıkacaktı bu kez tezgâha, bağımlılıklarımı eşeleyecektim, ötekine karışık dokularımı ayıklayacak, ötekine dolaşık tıkanmış damarlarımı açacak, ayrıştıracak, hem ilişki içinde hem de bağımsız olmayı öğrenecektim. Her şeye itiraz edip dünyaya “ben” bayrağını açmaya mı çalışıyor; ben de önemli gördüğüm konularda sesimi duyurmaya, rüşdümü ispatlamaya çalışacak, kendimi gerçekleştirmeye odaklanacaktım. Yuvaya başlayıp sosyalleşiyor mu; dışa açılacaktım ben de, yeni arkadaşlar edinecek, yeni dostluklar kuracaktım. Soyut düşünmeye mi başladı; felsefeyle yeniden haşır neşir olacaktım kızımla birlikte, evreni, sonsuzluğu, yaradılışı, anlamı sorgulayacaktım. İlkokulla birlikte yeni bir öğrenme disiplinine mi girdi; öz-disiplinimin sağlamasını yapacaktım ben de, profesyonel alanda kendimi geliştirmeye ağırlık verecek, daha çok okuyup öğrenecek, yeni eğitimler alacaktım. Ön ergenlikte sınırlarını, belirlenmişliklerini, her şey birden olamayacağını mı fark etti; ben de çarpacaktım aynı duvara ve hevesimi yorganıma göre uzatmayı öğrenecektim, zamanıma ve kapasiteme göre ilgi alanlarımı sınırlayacak, yatayda daralıp dikey gelişmeye odaklanacaktım. Cinselliği mi uyanıyor; cinsellikle kurduğum ilişkiyi gözden geçirecektim ben de, sekse, aşka, yakınlığa dair atıflarımı sadeleştirecek, erotik dünyamda bahar temizliği yapacaktım. Ergenlikle birlikte kadın kimliğini mi inşa ediyor; içimdeki eril ve dişil ağırlık merkezlerini yeniden düzenleyecek, taşıyıcı dişil kolonlarımı güçlendirecek, kadınlığıma kat çıkacaktım ben de…
Çocuğum büyürken geçtiği aralıklardan ben de geçecek, takıldığı yerlerde ben de takılacaktım. Somatik, psişik, sosyal; ne yapmaya çalışıyorsa, aynını yapacaktım. Benim onu belirlediğim kadar, o da beni belirleyecek, yapılandıracaktı. Onun büyürken karşılaştığı zorluklar, benim büyürken karşılaştığım zorluklardı. Belleğim unutmuş olsa da bedenim hepsini hatırlıyordu. O büyürken ben de kendi gelişim süreçlerimin sıkıntılarını yeniden yaşadım, engellerimi aşmak için mücadele ettim, tekrar tekrar yenilip yeniden mücadele ettim… Değişimle sınanıyordum. Her gün değişen canlıya ayak uydurmam, bunu yaparken de kendi eksiklerimi tamamlamam, yanlışlarımı düzeltmem, yoksunluklarımın ne yapıp edip üstesinden gelmem gerekti.
Bu süreçte en zor olan, yoksunlukların üstesinden gelmekti. İnsan “yeterince iyi” olamayan ebeveyninden yetişkinliğinde uzak durarak kendini koruyabilir. Ama çocuk yaptığında kendinden bir ebeveyn inşa etmek için dönüp kayıtlardaki hazır plan-projeye bakar ki, bir de ne görsün? Anası ciğerinin, babası dalağının üzerinde oturmuş parmak sallamakta! Ya da her ne yapıyorlarsa artık…
Yirmili yaşlarımın başında güney sahillerinde tanıştığım bilge bir nine, “Şefkat büyükten küçüğe akar, nehirler gibi, yukarıdan aşağıya…” demişti. Anneliğimin özellikle ilk yıllarında sık sık aklımdan geçirdiğim bir cümledir bu. Ebeveynin sorumlu olduğu canlıyı her gün kabul, sevgi, hoşgörü karma aşısıyla aşılaması gerek (aşıya ilgi, güven, sabır gibi unsurlar da eklenebilir). Bu aşının içeriğini şefkat başlığı altında toplayabiliriz. Demek ki gerekli şeyler listesinin en başında şefkat aşısı var. Peki bu kadar şefkat nereden gelecek? Kendi ebeveynim bana yeterince şefkat gösteremediyse, etrafımda bu eksiği telafi edecek güçte ve imkânda yakınlarım yoksa ne yapacağım? Büyükten küçüğe nasıl akacağım? Ya akamazsam? Kaskatı kesilir, tıkanır kalırsam? O zaman çocuğuma ne olacak? Yıllar geçtikçe ana babamın en beğenmediğim, en olmak istemediğim hallerine mi dönüşeceğim yoksa? Mahrum kaldıklarımdan, çocuğumu mahrum mu edeceğim? “Şefkatten mahrum kalıyor, eşyayla telafi edeyim bari” diyerek onu hediyelere ve uygunsuz tavizlere mi boğacağım? Çocuğumu gerektiği gibi sevemediğim için onu şımartarak hayatla arasına mı gireceğim? Kuşaklar arası mahrumiyet zinciri böylece sürüp gidecek mi…
Çocuğunuzla birlikte değişmeye ve büyümeye açık değilseniz, eski versiyonunuzu sürdürmek adına dönüşüme direnmekteyseniz, ebeveyn rol ve kimliğinizi pusuda bekleyen kaygı sapaklarından bazıları bu saydıklarım. Ve bütün bu sapakların destinasyonu suçluluk duygusudur. Son zamanlarda çok konuşulan, kafa karıştıran, moral bozan “Annelik, suçluluk duygusudur!” söyleminin altında bu ve benzeri kaygılar yatar.
Ebeveyn olmak, suçlulukla değil, sorumluluk duygusuyla karakterizedir. Kronik suçluluk duygusu, yerine getirilmeyen sorumluluğa bağlı duyguların metamorfozudur. Oysa ki hızlı başlayan ve kısa süreli akut suçluluk duygusu akışkan ve işlevseldir. Doğal tembelliğimizi aşmamız için ortaya çıkan sinir bozucu bir uyaran niteliğinde; tehlike alarmı, uyandırma servisi ya da en doğru metaforla kalk borusu gibi… Suçluluk duygusunun bize söylediği şudur; “Sen de yeryüzü hayatının bir parçasısın, sen de diğer bitkiler, hayvanlar, ağaçlar gibi, büyümeye, dallanıp budaklanmaya, meyve vermeye yazgılısın. Kalk ve canlı olma sorumluluğunu yerine getir. Çalışman gerektiğinde çalış, büyümen gerektiğinde büyü, dönüşmen gerektiğinde dönüş!”
Bize aslında bunları söyleyen akut suçluluğu hissettiğimizde, duygunun kaldırma kuvvetiyle doğal akışta değişip dönüşebiliyorsak, kendimizden sağlıklı ve olgun bir yetişkin yaratabiliriz. Dönüşemiyorsak ortaya yaygın ve kronik suçluluk çıkar. Kronik suçluluk; aslında işlevsel olan akut suçluluğu tercüme, idrak ve kabul edip harekete geçmek yerine, değişime direnme ve eylemsizlik sonucu oluşur. Kalk borusunun cırtlak sesine isyan edip kafasını yastıklara gömerek hayata uyumaya devam edenin suçluluğu derin katmanlara işleyip külçeleşir ve benliği katılaştırıp külçeleştirir. Jung’cu bir söylemle; sesi duyulmayan, ne söylediği anlaşılmayan duygu ve olgular bizi kendilerine dönüştürürler.
Çocuğa karşı sorumluluğun yerine getirilmesi; bireyin insan olarak kendine karşı sorumluluğunu yerine getirmesinden ayrı düşünülemez. Değişme, büyüme, olgunlaşma, bireysel sorunlarını çözme ve/veya giderme sorumluluğudur bu. “Ebeveynlik suçluluktur” söyleminin nedeni, çocuğa olan borç kadar, belki ondan da önce, kişinin kendi varoluşuna olan birikmiş borcudur.
(Sağlıklı ve olgun bir yetişkin olmak için ille de çocuk sahibi olmak gerekmez. Kişi kendini bilme ve düzeltme işini ciddiye alıp bu konuda çalışıyorsa, katkı boyutunda düşünüp eyleme geçebiliyorsa, gelecek nesiller için üstümüze düşen sorumluluğun ucundan kendine özgü bir temasla tutabiliyorsa, zaten sağlıklı ve olgundur)
Dolayısıyla “Ebeveyn olmak suçluluk duygusuymuş, eyvah!” diye dehşete düşmek yerine, “Ebeveyn olmak beni sorumluluk duygusuyla yürümeye, ilerlemeye, büyümeye teşvik edecek” diye düşünmeyi öneririm. Peki, yürümeye, ilerlemeye mecalimiz kalmadığında ne olacak?
Bilge ninenin sözünü ettiği şefkat prensibine ve kendi annelik deneyimime dönersek; bebeğime şefkat aşısını yetiremediğim, güçsüz düştüğüm, kuruduğumu hissettiğim anlarda ninenin sözünü ettiği nehri hayal ederdim. Dağlardan denizlere gürül gürül akan bir nehir. O su, bir yerden gelmeliydi. Nehir kurursa uzak mesafelerden taşınmalı, yağmur biriktirmeli ya da kar eritmeli, ama illaki bulunmalıydı o su. Büyükten küçüğe akışın bir yolunu bulmalıydım. Bulamıyorsam yardım istemeliydim…
Bebeğimin bana öğrettiği en önemli yetilerden biri yardım isteyebilmek oldu. O doğmadan önce her işimi kendim yapmaya alışmış, yardım istemeyi güçsüzlük sayan, yardım isteyeceğime aç-susuz kalmayı tercih eden bir yarı-ergendim. Bu yüzden de anne kimliğim başlangıçta üzerime birkaç beden büyük geldi. Neyse ki “bir çocuk büyütmek için bir köy gerekir” gerçeğinin farkına erken vardım ve ulaşabildiğim bütün yardımı aldım, bulabildiğim bütün faydalı kaynaklardan maddi manevi beslendim. On altı yıldır çocuğumun geçtiği bütün gelişim aşamalarında ona eşlik ettim, onunla birlikte ben de kendi bebekliğimi, çocukluğumu, ergenliğimi temize çektim. Hâlâ da çekmekteyim. Bütün bunlara sebep olduğu, hayatımı paylaştığı, ışıklara baktığı ve baktırdığı için kızıma müteşekkirim.
İyi ve hoşnut bir insan olmak için ikinci bir şanstır çocuk. İyi ve hoşnut bir toplum olmak için de. Çocuklarımızla birlikte büyüme, değişme ve kendimizi temize çekme fırsatını değerlendirmek dileğiyle…
(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Serüven temalı 46. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart