Ayrılık

        

Tanrıyı öldürmek

İlk gençlik yıllarımda bir arkadaşım, uzak bir akrabasının üç yaşındaki oğlundan söz etmişti: Çocuk ne zaman “kopmak” fiilini duysa ağlamaya başlıyormuş. Hangi bağlamda olursa olsun, biri cümlesinin içinde “koptu, kopar, kopmuş, kopuk…” gibi kopmak kökünden türemiş herhangi bir sözcük telaffuz ettiğinde kendini kaybedercesine ağlıyormuş. Bu gerçek hikayeyi duyduğumda hayal dünyamda saygın bir yeri olan o melun sahne gelmişti gözümün önüne; Astronot, inceleme yapmak için uzay gemisinin dışına çıkmıştır. O sırada onu gemiye bağlayan kordon kopar ve zavallıcık bütün çabalarına rağmen gemiden ağır ağır uzaklaşıp uzayın derinliklerinde kaybolur. Arkadaşıma gözümde canlanan, muhtemelen çocukluğumda izlediğim bir filmden kalma bu sahneyi anlatıp, reenkarnasyona aklı yatmamış biri olarak “Belki de bu çocuk daha önceki hayatında astronottu ve böyle öldü” deyivermiştim. Umursamaz göründüğümün farkındaydım (çünkü yaşımız gereği racon öyleydi) ama umursuyordum. Bu sahnenin belleğimin derinliklerinde göreve çağrılmaya hazır beklemesi de boşuna değildi. Her kopuşta, her ayrılıkta vizyona girerdi. Geçtiğimiz kış da Gravity filmiyle hatırlattı kendini: Seni yaşam kaynağına bağlayan göbek bağın kopmuş ve varlığına külliyen kayıtsız uzay boşluğunda kalakalmışsın. Yer de yok ki çeksin. Hiç değilse düşerdin. Dünya anadan ışık yıllarınca uzaktasın. Ne yapacaksın?

***

İnsanın en merkezi acısı kopuş. Big-Bang’den bu yana, bütünden ayrılmanın dehşeti, her yenidoğanın ilk sınavı belki. Ve son sınavı. Doğum da bir kopuş, ölüm de…

Freud; aşkı, “anneden ayrışmanın yarattığı boşluktan önceki bir olma evresini yeniden inşa çabası” olarak tanımlarken; aşkın imkansızlığı kadar, ayrılığın kaçınılmazlığını da vurgular. Adam Phillips daha da ileri gider ve dehşetli bir metaforla ifade eder ayrılığı; “Aşık olan (ya da yasta olan) herkesin bildiği gibi, kibarca ayrılık denilen şey, aslında bir uzvun koparılmasıdır”

Ayrılık ya da yas sürecinde psikoterapiye gelen danışanlardan sık duyduğumuz bir benzetmedir; “etimden et kopuyor” ifadesi. Bu, ilişkinin iki kişiyi birbirine bağlayan organik bir yapı olduğunu düşündürür insana. İki taraftan gelen kanla beslenen, büyüyen, hücrelerini yenileyen, hastalanan, iyileşen kimi zaman da yaşlanan ve işlevini yitiren dokulardan oluşur ilişki. Hem ortaklaşa edinilen bir uzuv gibi, hem de iki veya daha fazla bireyin göbek kordonlarıyla bağlı olduğu kişilerarası bir plasenta gibidir. Taraflardan beslenir ve tarafları besler.

Bir yanıyla da içinde yaşanan evlere benzer ilişki. “Mesken tutmak, varlığın temel özelliğidir, faniler bu sayede vardır” der Heidegger. Bedenimizle yerleştiğimiz meskenler gibi, ruhumuzun yerleştiği soyut mekanlardır ilişkiler. Tarafların ilişki meskenine nasıl yerleştikleri, ilişkinin kaderini etkiler. Kimi kişisel eşyalarıyla taşınır ilişkiye ve onu kendi evi olarak benimser, kimi otel gibi kullanır, akşamdan akşama uğrar. Kimi ötekine yer bırakmamacasına her yerine yayılır ilişkinin, kimi emanet gibi bir ucuna ilişir. Kimi en manzaralı odasında, salonunda, mutfağında vakit geçirir; kimi kilere, bodruma, tavanarasına, merdiven altına saklanır…

“Tanrı, birbiriyle otantik ve insani ilişki kuran iki kişi arasındaki elektrik akımıdır” diyen Martin Buber’e göre ise aramızdaki tanrıdır ilişki. Kutsal bir şey varsa eğer, o da kişilerarası alandadır. Fizikte maddenin ve boşluğun kapladığı yeri düşünecek olursak, “ne oluyorsa aradaki bölgede oluyor” bakışı pek de mantıksız gelmiyor.

Şu satıra kadar ilişkiyi yatırdığımız metaforlara bakacak olursak; ayrılmak, sadece kişi ya da kişilerden ayrılmak değil, aynı zamanda ilişkiden ayrılmaktır. Bizi besleyen plasentayla bağımızın kesilmesi, içinde yaşadığımız meskenden taşınmak, tanrıyı öldürmektir ayrılmak. Her ayrılıkta az çok aç kalır, sokağa atılır, inancımızı kaybederiz. Sonra tekrar koyuluruz yeni bir plasenta, yeni bir mesken, yeni bir tanrı arayışına. Bazen bu döngü bizi yorar, yıpratır, tüketir; zamanla içe kapanırız. Kimimiz bir daha açılmamacasına kapanır ilişkilere, kimimiz zaten hiç açık olmamıştır. Kimimiz ilişkiye öyle bir girmiştir ki istese de çıkamaz.

Anneden koptuğumuz yerde kapanmayan bir yara vardır sanki ve her sıkıca bağlandığımızda birine, o yaradan yapışırız birbirimize. Derin dokuya temas,
koptuğumuz yerden, hiçbir zaman tam kapanmayan ana yara üzerinden bağlanmakla mümkündür belki. Derinin ince, hasarlı, korunmasız, delik deşik olduğu dokulardan nüfuz ederiz ötekine. Öteki de bize.

Aşkla bağlanmak; en şahsi ve merkezi olana, doğrudan erişim izni vermektir. Aşk; ruhun magmasındaki muhtevayı bir başkasının keyfi kullanımına açmaktır. İki akışkan içeriğin birbirine karışmasıdır. Murat Dokur’un deyişiyle; “Aşk, elektron transferidir”… Aşk da biter, ayrılık kararı da verilir, ama ya elektronlar?

Kimyasal tepkimeye girmiş iki canlı birbirinden nasıl ayrılır?

Başlıbaşına ve hatta başına buyruk bir organizma olan ilişki, taraflar ayrılmaya ne kadar kararlı olursa olsun bütünlüğünü, duygu geçirgenliğini, içe işlemişliğini korumakta direnir bazen. O vakit, taraflar zıt yönlere doğru çekiştirmeye başladığında gerilen ilişki dokusu nasıl bölünür, nasıl ayrışır? Kişiyi ilişkiden sıyırıp alırken ilişki dokusuna yayılan kılcal damarlarını, sinir uçlarını, yenidoğanın göbek kordonununu kapattığımız gibi mandalla kapatabilir miyiz? Bu sayede ruhsal içeriği dökülüp saçılmadan organizma içinde tutmak mümkün müdür?

Ayrılık aşamasındaki bireylerde çift terapisinin amacı, temelde bu müdahaleyi yapmaktır; öncelikle kan ve doku kaybını azaltmak. Kişiyi psiko-sosyal boyutta ilişkiden özgürleştirmek, ego-libidinal temelde benlik değerinin geri kazanımı, kendini gerçekleştirme sürecinde yeni ve sağlıklı yapılanmaya zemin hazırlanması, iç ve dış dengelerin yeniden kurulması ve gerektiğinde yas sürecine eşlik de, çift terapisinin olmazsa olmazlarıdır.

Ayrılık, ötekinin fiziksel ölümü değildir belki ama sosyal bir ölümdür. O kişiyi sosyal atomumuzdan çıkarmak ve ondan kalan boşlukla baş etme uğraşıdır. Bu boşluk sadece o kişinin kaybını değil, bir dönemin ve bir kendilik versiyonunun da kaybını temsil eder. Kaybettiğimiz, biraz da o kişiyle birlikte olan kendimizdir. Çünkü o kişiden başka hiç kimseyle o kişiyle olduğumuz kişi olmayız. Bu yüzden de hem benlikler arası hem de benlik içi bir kopuş ayrılık.

Lekesiz Zihnin Ebedi Gün Işığı

Ayrılık ve sinema deyince; 21. yüzyılın başlıca kült yapımlarından biri olan Eternal Sunshine of the Spotless Mind akla geliyor. Filmde, dürtüselliğinden ve farkındalık yoksunluğundan muzdarip Clementine ile depresyonundan ve cesaret yoksunluğundan muzdarip Joel, iki yıllık bir ilişkinin ardından, ayrılık aşamasına gelirler. Yeni olan eskimiş; olağanüstü olanın coşkusu, gündelik olanın yılgınlığına dönüşmüş; ötekinin farklı, ilginç, baş döndürücü gelen yanları, en kötü, en dayanılmaz yanları haline gelmiş; sürtüşmeler, çatışmalar, suçlamalar, acıtmalar, kırıp dökmeler başlamıştır. Taraflar birbirini daha iyi tanıdıkça ötekini nasıl daha çok incitebileceğini öğrenmiştir. İncitme arzusu eyleme geçtikçe her şey daha da hızlı kayıp gider. Üstüne üstlük, konuşacak bir şey de kalmamıştır artık. Restoranlarda görüp acıdıkları yıllanmış çiftlere dönüşmüş, Joel’un deyişiyle “yemekli ölüm” evresine geçmişlerdir. Bütün bunlara bir son vermek ve acıdan bir an önce kurtulmak için Clementine, Joel’u ve ona dair anılarını belleğinden sildirir. Bunu öğrenen Joel da aynını yapmaya kalkışır. Bunun için öncelikle Clementin’e dair, onu ve onunla geçen zamanı hatırlatan ne kadar eşya varsa toplayıp kliniğe getirmesi istenir. Klinikte ilk yapılan; Joel eşyayı gördüğünde uyanan duygunun etkisiyle beyinde etkinleşen alanın tespit edilip, daha sonra tahrip edilmek üzere işaretlenmesidir. Joel öncelikle ilişkinin maddi tanıklarına, eşyaya yabancılaştırılır. Bir anının acısından kurtulmak, o anıya yabancılaşmaktır temelde. Ayrılık süreci de, ilk yabancılaşma belirtileriyle başlar ve aylar, yıllar, kimi zaman da bir ömür sürer. İşin kötüsü taraflar bu süreç içinde fiziksel olarak ayrılmayabilirler de. Ayrılmak, yabancı olmaktır; aynı mekanda yaşansa da.

Klinikte sıra bir kar küresine geldiğinde Joel, “Bunun çok hoş bir hikayesi var” der ve anlatmak ister. Ancak teknisyen, hikayeyi boşverip, duyguya odaklanmasını, gereğinin yapılacağını söyler. O anda Joel, sildirmekte olduğu şeyin sadece Clementine ve onun verdiği acı değil, yaşam hikayesinin bir kısmı olduğunu hisseder. Ama çektiği acı ve intikam arzusu o kadar yoğundur ki işleme devam edilmesine izin verir.

Asıl silme işlemi uyku ilacı alıp evinde uyuduğu bir gece beynine bağlanan bilgisayar ile yapılır. O sırada teknisyen ve asistanı arasında geçen konuşmaları hayal meyal duyan Joel, Clementin’i sildirmekten vazgeçer. Çünkü teknisyenin asistanı Patrick, Clementine ile çıkmaya başlamış, Clementine’in Joel ile olan ilişkisiyle ilgili eşya, mektup ve anılara erişimi olduğu için de nelerden hoşlandığı bilgisine sahiptir. Bir bakıma Joel’un yerine geçmiş, onun yaptığı doğru hamleleri taklit ederek Clementine’i etkilemektedir. Bu durumun farkına varan Joel, var gücüyle işlemi durdurmaya çalışır. Hikayenin bundan sonrası nesnel gerçeklikle, yaşanmış ve silinmekte olan aşkın bellekteki gerçekliği arasındaki üçüncü bir katmanda; Joel’un zihninde hayat bulan yeni bir gerçeklik üzerinden yürür. Joel yanına Clementine’i de alır ve ilişkilerini silme işleminden kurtarma macerasına atılır. Bu süreçte taraflar, kendi eksiklerini tamamlar. Clementine farkındalık kazanır, hayatında belki de ilk kez strateji geliştirir, işbirliği yapar. Joel ise cesaret kazanır, arzu eder, eyleme geçer. Son derece estetik olduğu gibi bir o kadar da depresif olan filmin bu bakımdan terapötik etkiye sahip olduğu söylenebilir.

Joel’u harekete geçiren, yerine bir başkasının geçmesine engel olma çabası olsa da sonuç; cesaretle verilen bir bütünlük savaşıdır. Joel’u Joel yapan şeye, yaşam hikayesine sahip çıkmaya çalışır Joel. Üstelik bu süreçte değişir, güçlenir. Her ne kadar Joel’un zihnindeki gerçeklik versiyonunda olsa da Celementine de değişir. Bu değişim nesnel gerçekliğe de yansıyacaktır. Çünkü tek taraflı da olsa, ilişkinin zihinsel temsilindeki değişim, davranışa, dolayısıyla ilişki dinamiğine yansır.

Filmin sonunda, ikisi de klinikte yapılan ses kayıtlarını dinler. Sildirme operasyonundan önce, birbirleri için söyleyebilecekleri en kötü, en çirkin sözleri sarf etmişlerdir. İlişkinin başında karşımızdakine tuttuğumuz dev aynası, ilişki biterken güldüren aynaya dönüşür. (Ağlatan mı demeliyiz yoksa?) Kaybı minimuma indirmek için karşımızdakinin en kötü yanlarını abartır öyle hatırlamaya çalışırız. Onlar da öyle yapmış, birbirlerine verip veriştirmişlerdir. Duyduklarını kaldıramayan Clementine, Joel’a veda edip evden çıkar. Joel arkasından koşar ve durmasını söyler. Clementine durur. Koridorda karşılıklı bakışırlar. Clementine, sabırsızlanır ve bir şey söylemesi için Joel’a çıkışır. Joel “Bilmiyorum, sadece dur!” der. Dururlar… Çırpınmayı bırakırlar.

“Aşkı biten ilişki”nin kaderini belirleyen yol ayrımıdır bu. Çırpınmayı sürdürmek ve yeni bir nesne arayışına atılmak mı, gerçekliğin karşısında durup varoluş sıkıntısının içimizden akıp geçmesine izin vermek mi?

Yaşamın ilk üç yılını kapsayan bir olma ve ayrışma süreci yeniden sahnelenmiş, aşk yaşanıp bitirilmiş ve yalnızlık, hayata tutunmaya çalıştığımız yerleri, eklemlerimizi sızlatmaya başlamıştır yine. Aşkın illüzyonu bizi terk ettiğinde; başlangıçtaki yansıtmalar, özdeşimler, idealizasyonlar aradan çekildiğinde, karşımızda gördüğümüz kişinin gerçekliğine tahammülümüz var mı? Aynı şekilde, onun gözlerinde gördüğümüz kendi gerçekliğimize tahammülümüz var mı? Onun da bizim de mükemmel olmadığımız, aşıkken zannettiğimiz kadar muktedir ve muzaffer olmadığımız gerçeğine tahammülümüz var mı? Gerçek hayatın; ayrışmanın ve yeniden bir başına olmanın duygusuna tahammülümüz var mı? Bütün bunların farkında olarak ötekine ve kendimize soluklanacak yeri açabilecek miyiz? Yoksa yeni bir soluk soluğa oluş ihtimaline mi fırlatacağız kendimizi. Sevgiliden mi ayrılacağız, farz edilen aşktan mı?

Aşk, ölsem de gam yemem hissiyle gelir, ölüm kaygısına ilaç gibidir. Neredeyse kutsal bir bütünlük duygusu verir, yalıtım kaygısı sorun olmaktan çıkar. Şarkıda geçtiği gibi al beni ne yaparsan yap hissidir; sorumluluğun bir başkasına devri, dolayısıyla özgürlük kaygısının feshidir. Başlı başına yaşamı anlamlandıran büyülü bir yaşantıdır, anlamsızlık kaygısını siler süpürür. Gel gör ki bu varoluş kuarteti, insana özgü ve hepimize baki. Aşkın bulutları dağılmaya başladığında yüzlerini gösterirler yine.

Bir başkasına, varoluş sıkıntımıza çare olsun diye tutunduğumuzda, herkes yanlış kişidir. Bu yüzden aşk bittiği vakit ayrılma kararı vermeden önce, sıkıntının bize mi ilişkiye mi özgü olduğuna bakmak gerek. Kendimize ve bir başkasına, aşk olmadan da merak ve şefkat duyabilmenin yolu, biraz da bu farkındalıktan geçer. Aşk karşısında ve içindeki duruşumuzu, hayatın çıplaklığına tahammül gücümüz belirler. Birliktelik ya da ayrılık kararlarımızı da.

***

büyür bellek eleğinin delikleri
anılar düşer
unutmak bir ölme şekidir

Joel’un zihninde olup bitenlere baktığımızda; yaşantı, duygu ve hikaye, eşyanın dokusuna sinmiştir. Aynı şekilde mekanın da. Aşkın zihinden silinme sürecinde; anılar çözülüp dağılırken, eşya ve mekan da yıkılır, parçalanır, ayrışır, birbirine karışır, azalır, eksilir, yok olur… Bu maddi çözülmeyi izlemek, sadece filmdeki aşk hikayesinin ve hatta bizim yaşadığımız aşk hikayelerinin değil, bütünüyle kendi varlığımızın kırılganlığını, tahribe açık oluşunu da hissettirir. Unutmak, unutulmak, yitirmek, yitmek, sadece aşka değil, varoluşa özgüdür.

Joel ve Clementine’in yetişkinliklerinde ve Joel’un çocukluğunun dehlizlerinde birbirlerini öldürme oyunu oynamaları boşuna değil. Bir ilişkiden bir başkasına geçmek, öldüre öldüre, öle öle ilerlemektir. Ve sonra kendini yeniden doğurmaya yönelir insan. Yirmi küsür yıllık beraberlikler bile bittiğinde; kişinin biten ilişki başlamadan önceki sevgiliyi (ya da o zamanki alternatif sevgiliyi) rüyalarında görmeye başlaması, onu arama ve şansını tekrar deneme arzusu, insana dair en hayret uyandıran reflekslerden biri. Onca yıl hiç geçmemiş, kişi onca yılda hiç yorulmamış, hiç yıpranmamış, hiç yaşlanmamış gibi, mümkünse kaldığı yerden başlamak ister. Bir versiyonu öldüyse bir başkasını var etmek ister. Ve insan bir yanıyla sahiden de hazırdır buna. Bilinçdışı yaşsızdır çünkü. Hem çocuk, hem genç, hem ihtiyardır ya da. Sonsuz kayıt alanı, sonsuz enerjisi vardır. Ve mümkündür arzu edilen herkese, her ilişkiye, her hikayeye yeni sayfalar, yeni mekanlar, yeni zamanlar açmak. Ara bölgelerde yeni tanrılar yaratmak, hep mümkündür.

Şule Öncü
13 Haziran 2014

 

(Bu yazı Psikeart Dergisi’nin Ayrılık temalı 34. sayısında yayınlanmıştır) http://www.psikeart.com/psikeart