“Yaşasın!
Hepimiz öleceğuk…”
Hem yazar, hem de varoluşçu bir psikoterapist Cem Mumcu. Yazarken eli ağır. “Hepimizin içinde bir ölü, bir de deli var” diyecek kadar. Madem öyle, ben de kendisine, gerçeği, yalnızca gerçeği soracağım birazdan. Sıkı durun! Esas meseleye doğrudan gireceğiz. Kıyısından köşesinden dolaşmadan.
Nedir bu yaşadığımız gerçeklik krizi Cem Bey? Neden topyekun gaflet ve delalet ve hatta kendine hıyanet içerisindeyiz?
Bu çağ çok acayip bir çağ. Bir söz var ya reklamcıların ve pazarlamacıların benimsediği: Perception is everything, reality is nothing. (Algı her şeydir, gerçeklik hiçbir şeydir) Bu çok önemli bir söz olarak ortaya konuldu. Ama bunun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu hiç kimse düşünmedi. Korkunç bir şey. Ve maalesef bütün sistem bunun üzerine kurulu. Her şey bir görme ve gösterme haline indirgendi. Bununla ilgili benim bir yorumum var. ‘Frontal korteks’de (beynin ön bölgesi) hareketlerimizle ilgili ‘motor homunculus’ diye bir görüntü çizilir. Sembolik olarak şunu anlatır: Beynimizde elimiz, kolumuz, bacağımız gözümüz, ne kadar yer kaplıyor? O görüntü şöyle bir şeydir: (Bkz. Şekil 1A) Eller kocaman, ağız kocaman, bacaklar minicik. Çünkü bacakların duyusu da, hareket kabiliyeti de o kadar karmaşık değildir. El çok yer kaplar çünkü karmaşık bir mekanizmadır. Şimdi ben diyorum ki eğer bu evrim böyle giderse, 1000 yıl sonra kocaman bir gözden ibaret olacağız. Tepegöze doğru gidiyoruz yani.
Aslında bütün dinamiğimiz, bakan ve bakılanın sürekli yer değiştirmesi oldu bile.
Evet. Değer de bu oldu. Hayatın ana anlamlarını kaçırdı insanoğlu. Kaçırmasa bu kadar tüketmezdi. Hep göstermek durumundaysan, hep göstereceğin bir şeyler satın alacaksın. Tüketimi böyle besleyecek. Asıl mesele olmayan ihtiyacın oluşturulması. Topyekun delirmiş durumdayız yani. İnsanoğlunun içi boşaldı, anlamlar yitirildi, varoluşsal meselelerini yitirdi insan.
Varoluşçu psikoterapistlere göre insanın dört temel kaygısı var: Ölüm, yalıtım, anlamsızlık ve zeminsizlik kaygıları. Yazarken bütün bu kaygıları harekete geçiriyorsunuz. Terapist kimliğinizde ne yapıyorsunuz? Daha ilk seanstan dan diye “senin gerçeğin budur kardeşim” mi diyorsunuz hastanıza?
O belli olmaz. Yani şöyleyim, böyleyim, diyemem. Çünkü orada, her defasında farklı biriyle karşı karşıyayım. Otuz yaşında birinin otuz yıllık tarihi vardır. Oraya pat diye giremezsin. Üç top bilardo bilir misin? Ben 38 top sonrayı görüyorum. Ama 38 topun 38’ine de onun vurması için sabırla beklemem lazım. Çünkü öteki türlü vurgun yer. Kendi kendine yavaş yavaş çıkmak zorunda. Ara ara elini tutacaksın. Ama gerektiğinde sert müdahale ya da hızlı müdahale gerekiyorsa onu da yaparsın. Tokatlayabilirsin.
Terapistlik birilerine ebeveynlik yapmak gibi midir?
Yok, değil. Ben öyle yaşamadım, öyle hissetmedim.
Maddi kazancını bir kenara koyarsak, terapist karşılık beklemeden sürekli veren kişi midir?
Yok. Çok da şey alıyorsun. Çok da büyüyorsun. Bırak profesyonel alanı, herhangi bir adamın hüznüne dokunduğunda da çok şey kazanırsın.
Hastalarınızdan besleniyorsunuz da yani.
Deli misin, tabii ki. Çünkü en gerçek şeyi ben görüyorum. Orası çok daha gerçek, çok daha çıplak çünkü. Çok da iyi geliyor insana o sahicilik. Dışarıda asla bulamayacağın bir şey bu.
Sevgi açlığınız ne derecede?
Ben çok seven bir adamım ve sevgimi gösteren bir adamım, çok da alan bir adamım, böyle zevkle ve tatlı yaşıyorum. Onun için açım diyemem sana. Koca bir sofram var benim. Hep doluyor o sofra. Niye aç olayım ki?
Terapist sürekli başkasının öfkesinin hedefi oluyor. Kafanda bir elmayla eli bıçaklı birinin karşısında duruyorsun. O da rasgele sallıyor bıçağı. Gözünüze ya da kalbinize saplandığı olmuyor mu?
Oluyor ama, bak usta; senin akademik bilmemnen, ileride alacağın arabalar, birlikte olacağın kadınlar, aklına gelen neyse… hiçbiri yok o anda. Sen ve o var. Ve senin aslında tek hedefin var; hastanın iyiliğine vesile olmak. Bütün meselen bu. Bunun önüne; beni beğensin, beni sevsin, bana gene gelsin’i koyarsan azalmaya başlıyorsun. Kendi kendinle uğraşıyorsun demektir. Dolayısıyla orada ben hasta için bir eşeğim. Bir bineğim. Bir yere gitmesi için benim üzerime binecek. Onu iyice olmam lazım.
“SEN GELECEĞİN ZAMAN, İNŞALLAH GELMEZ DİYORUM”
Peki kazara da olsa bir yaranıza hiç mi dokunmaz hastalar?
O, daha gençken olan bir şey. Bu saatten sonra pek olmuyor. Ama tabii, beni incitebilir karşımdaki ve “beni incittin” derim. “Beni öfkelendiriyorsun” derim. “Biliyor musun, sen geleceğin zaman, inşallah gelmez diyorum” Bunu hastama derim. Bu cümle onun hayatında bunu ona söyleyemeyen 500 kişinin cümlesidir aslında. Bu benim kendi cümlemse eğer, o zaman kendimi toparlamam lazım demektir.
Hata yaptığınızda kolay itiraf eder misiniz hastalarınıza?
Hemen. Orada hata da çok işe yarar. Gecikmeler işe yarar, unutmalar işe yarar, her şey tatlı bir malzemedir.
Yazar olarak ne kadar anlaşıldığınızı düşünüyorsunuz?
Çok net söyleyeyim… bilmiyorum.
Bir hekim sorumluluğu taşıyor musunuz yazarken?
Hiç. Çünkü ben psikiyatri kitabı yazmıyorum. Onlar self-help (kendine yardım) kitabı da değil. İnsanları sağaltmak gibi bir dertle yazmıyorum.
Gelip “Şu hikayeniz bana çok iyi geldi” diyen olmuyor mu?
Oluyor. Bu hikaye bana çok kötü geldi diyen de oluyor. Benim hikayelerimi okuyup rahatsız olan çok insan var. Sert bulan çok oluyor.
Terapistlere kadınlar gidiyor. Kitapları kadınlar okuyor. Gerçeğin peşine kadınlar düşüyor. Erkekler isteksiz. Matrix’cesi; kadınlar daha çok kırmızı hapı, erkekler mavi hapı seçiyor. Neden?
Erkekler, tamamlanmış hissediyorlar ya kendilerini, ondan. Çocukluktan itibaren. Onlara sorsan hiç eksikleri yok. Makyajı siz yapıyorsunuz, ruhunuza da siz bakıyorsunuz, zihninize de siz bakıyorsunuz. Erkek öyle bir şey değil ki. Tamamlanmış anasını satayım.
“GAY”LER DAHA İYİ.
O zaman ne olacak kadınların hali Cem Bey?
İyi ya işte, siz daha iyiye gidiyorsunuz.
Ama yalnız kalıyoruz.
Korkarım evet. Ben kadın olsaydım mahvolurdum. Partner bulmakta çok güçlük çekerdim. Bizim kalifikasyonu yüksek kadın bulma olasılığımız çok daha yüksek. Erkekler gittikçe garipleştiler. Eskiden hiç değilse korkusuzlardı. Şimdi onu da kaybetmeye başladılar. Kayıp korkuları başladı. Bir ilişkiye girmekten korkuyor, ya çıkamazsam diye. Olasılıklarımı yitireceğim diye. Erkekler dönüşmeyi unuttular iyice. Bir şekilde “gay”lerin bu konuda çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Kendilerine bakmaları, evleri, üstleri başları, okumaları, hakikaten daha bir zarafet taşıyor.
Peki “kendinden kaçak” erkeklere ne yapılabilir, ne uygulanabilir?
Kadınların bu tip erkeklere yapabilecekleri bir şey yok. Öyle olmayanları arayacaksınız.
Düzelmezler mi diyorsunuz?
Siz düzeltemezsiniz. Bu aralar en çok kullandığım kelimelerden biri “cılız”. İnsanlar çok cılız.
Cılızlığın temelinde korkaklık mı var, tembellik mi?
Korkaklık var en çok. Binlerce milyonlarca trilyonlarca kitaplar, bilgiler akıyor üstümüze. Ama bütün bu bilgiler istatistiki sonuçta. Hayattaki esas bilgiyi kaçırmış durumdayız. Ölümlü olduğunu bilmek ve geri kalan bilgiyi bunun üzerine inşa etmek lazım. Ölümlü olduğunu içinde bilmeyince hiçbir şey yaşayamıyorsun. (Cem Mumcu’ya hayatımda beni en çok etkileyen ve ölümlü olduğumu hatırlatan rüyamı anlatıyorum. Merakla ve can kulağıyla dinliyor) O bitimlilik duygusu işte. O olmadan her şey çok çekilmez. Ve buna rağmen sistem ölümsüzlüğü dayatıp duruyor. Ölmeyelim anasını satayım! Peki! Ölümü unuttukça depresif oluyorlar. Unuttukça kaygılara gark oluyorlar. Unuttukça ölümden korkuyorlar. Çok acayip. Korteks düzeyinde (bilinçte) %100 öleceğini biliyor insan. Ama arkadan dolaşıp sorulduğunda (bilinçdışına yönelik testlerle) %70’den fazla insan ölümsüz olduğuna inanıyor. Düşünebiliyor musun, insana hayatta yön veren şey ölmeyecek olduğu bilgisi. Korkunç! Biz mezarlıkları şehirlerin dışına attık, ölümden kurtulduk sandık. Bak gör, nur yüzlü ihtiyarlar çok azalacak.
Şehirlerde tabii.
Tabii. Köylere gittiğinde görüyorsun. Nemrut’a çıkarken, 80 yaşında bir adamla konuştum. Hayatını hep orada geçirmiş, hiçbir şeyciği yok, nasıl güzel gülüyor, nasıl güzel bakıyor. Adam lafın arasında dedi ki; “Acaba dünyada benim kadar şanslı kaç kişi vardır, ne kadar güzel bir hayat yaşadım.” O kadar güzel söyledi ki bunu. Canım benim! (Gözleri yaşarıyor. Yaşlı adama duyduğu sevginin ve saygının içtenliğini, yoğunluğunu ben de hissediyorum. O kadar ki, yaşlı adam orada yanımızda oturuyor sanki) Anadolu’da hep rastlıyorum. Ayşe teyze var bizim yaylada (Cem Mumcu Akçaabatlı), 88 yaşında, yüzünü bir görsen, nasıl güzel. Nasıl güzel yaşıyor. Diyorum ki, hastalanırsan ne olacak, doktor yok burda. “Öleceksek hepimiz öleceğuk” diyor. İşte o bilinç çok kıymetli. Anlatamıyorum. Bunu anlatamıyorum ben. Karanlık şeyler yazıyorum zannediliyor. Ulan hiç karanlık şeyler yazmıyorum aslında. O karanlığı gösterip hayata çekmeye çalışıyorum. Onu bilirsen çok yükselirsin çünkü… (Sessizce oturuyoruz bir süre. Sanki hafiften yükseliyoruz da)
Size en çok sorulmasını istediğiniz soru ne?
Aaa, ne iyi bir soru… Bu soruyu sorsunlar! (Uzun uzun gülüyor. Ben de gülüyorum) Gerisini getiremeyiz yalnız. Böyle devam eder bu.
Sivrisinek masalına döner.
Bilmem, ne sorulmasını isterim… Bilemedim yaaa. Çok zor bir soru.
Nasıl bir soru olmalı? Ne olduğunu bilmiyorsanız, nasılını belki biliyorsunuzdur?
Beni daha çok soyacak bir soru olmalı. Daha çıplağıma dokunan soruları tercih ederdim.
Sabahları hangi duyguyla uyanırsınız?
Bilmem… “Çocuk gibi oluyorsun” derler.