“Keşke kendime ait bir dilim olaydı”
Madde 1: Beyninin orta yerinden otoban geçenler, uyurken bile dinlenemezler. Cem Yılmaz, bu yüzden, hayatı boyunca hep uçmuş, tek dala olsun konamamış bir karga kadar yorgundur.
Madde 2: Kendisi, her saniye, insanlık halleriyle; fikirleri, tespitleri ve inançları tersyüz etmekle meşgul; azılı bir şüpheci, iflah olmaz bir kaçma – kovalama uzmanıdır. En çok da bu yüzden enteresandır.
Madde 3: Mesela, kendine ait tropik bir adası olmasını ister sanıyorsunuz değil mi? Haaaah hah hah haa! Kimmmsiniz siiizzz?
Sizin entelektüellere, eleştirmenlere, psikoterapiye karşı bir teflon tava durumunuz var. Dünyanın derdi tasası şiddeti, size işlemez, üzerinizden kayıp gider ‘gibi görünüyor’ Gerçekte öyle mi?
Elbette öyle değil. Ama mesela… Ben, başarılı bir insan projesi olduğumu düşünmüyorum. Çok ideal davranışları olan biri değilim. Ama güvenli bir yerde durduğumu hissediyorum. Bazıları, bu kadar suya sabuna dokunmazsan hayatta, su da sabun da sana dokunmaz, diyor. Halbuki benim sıkıntım o değil. Ben irili ufaklı her şeyi dert edinen birisiyim. Mesela gamsızlık, hiç tecrübe ettiğim bir şey değil. Hiç gamsız olamadım. Bu teflon yüzey, gamsızlıkla oluşmuş gibi bir intiba var. Halbuki öyle değil. Birazcık fazla düşündüğüm için, çözüm de bulamadığım için, ya da açıklamalarım olduğu için güvenli hissediyorum kendimi. Mesela, kendi halimle ilgili cevabını veremeyeceğim hiçbir şey yok. Cevap verip de ikna edemediğim insan olmadı. Belki onunla ilgili.
Mizah bir direniş, bir karşı duruş. Siz temelde neye karşısınız?
Bana karşı olan her şeye karşıyım. Benim varlığıma, vücut bütünlüğüme… Ben aslında bu tanıma karşıyım bir kere. Bu tanımı kabul etmiyorum diyemem, elbette öyle ama yani buna dahi karşıyım. Her şeye şüpheyle yaklaştım şimdiye kadar. Mizah, mizahı tüketenler tarafından fazladan yüceltilmeye başlayan bir şey olmaya başladığı zaman; entelektüel olararak değil de ucuz tarafından, hamasetiyle “mizah” dendiği zaman rahatsız oluyorum. Mizahı üretirken herhangi bir şeye karşı olduğumu düşünmüyorum. Ama bir şeye karşı olmuyorsam, o zaman mizah yapmıyor oluyorum bir yandan. Daha ilkel bir tanım olan alaycılığı daha önemsiyorum diyebilirim. Mizah deyince bende kalan tortu; otorite ya da politikanın içinde olduğu, onlarla görevlendirilmiş bir şey gibi. Mizahın tanımlı bir statüko ya da yapıyla ilgili dertlerle kısıtlı olması gerektiği görüşü bana ters geliyor. Ve bunun yüceltilmesi. “Mizah ciddi bir iştir” diyen kişi, korkuyorsa materyalinden veya duruşunda bir endişesi varsa, sözettiği statükoya ihtiyacı oluyor. “Mizah ciddi bir iştir.” Siz kimsiniz? “Konsülden geliyoruz.”
En çok nereden besleniyorsunuz? Kimleri, nasıl gözlemliyorsunuz?
Burada da “Mizah gözlemle yapılır” inanışı var mesela. Ona da inanmıyorum. Gözleyen ve gözlenen var hissi uyandırıyor. Tek başına bir odada kalıp da mizahi duygu geliştirebilirsiniz. Benim insanların hareketlerini gözlemlememe gerek yok. Kendi hareketlerim, davranışlarım var.
“SOKAĞA ÇIKMIYORUM. TANINMASAM DA ÇIKMAM.”
Şöhreti taşımak zor derler. Şöhretin bedelini neyle ödüyor insan? Şöhretim bana şunu kaybettirdi dediğiniz şey nedir?
Hiçbir şey. Yalan dolan bunlar. Ortada bir kayıp olması lazım. Ben mucizelere inanan bir kimseyim, çünkü benim hayatımda gerçekleşiyor. Mucize şu; hiçbir şey planlamadım ben. Şöhretli olma hayalim de yoktu. Ama an olarak, yani tanınmaya başladığım an olarak tanımladığım şeyin… onun bir travması var. Doğru. O şöye bir şey; benim hayatımda birden bir şey oldu, bir de baktım zzzzzzzzt herkes beni tanıyor. Bundan sonraki ikinci üçüncü gün, normal hayatıma devam ettim. Hiçbir şekilde bir şekil değiştirmedim yani. Oraya geri dönüp, ‘bu niye oldu’ diye anlamaya çalışıyorum. Ama tanınmıyor olsaydım, bundan farklı bir kimse olacağımı zannetmiyorum. Şimdi sokağa çıkmıyorum. Tanınmasam da çıkmam.
Oysa ki çok ‘sokak çocuğu’ gibi duruyorsunuz.
Hiç. Sıfır. Çocukken bile evde oynardım. Böyle fırlama, hazırcevap, hareketli çocuklar görürdüm, onlardan yirmi yaş büyükmüşcesine onlara acırdım. Benim böyle bir dünyam hiç olmadı.
O zaman siz, mecbur kalmadıkça şu koltuktan kalkıp ötekine oturmayanlardansınız.
Evet. Elimden geldiğince.
Spor da size zul gelir.
Evet. Ama zul gelir de, niye yapmıyorum biliyor musun, çünkü çok iddialı bir vücut yapısına sahip oluyorum o zaman. Fazla geliyor. Gerçekten. Mesela ben üç ay spor yaptığım zaman vücut güzeli gibi oluyorum. Onun için yapmamam gerekiyor.
Bu bir espri olsa gerek. (Kahkahalar)
Ama öyle diyorsun ama, sana çok komik bir şey söyleyeyim; geçenlerde küçük bir kaset buldum evde. Müzik yaparken ses kaydı olarak saklamak zorunda olduğum bir şeyi aceleyle video kamerayla kaydetmişim. Ortada duruyor kamera. Kameranın önünden biri geçti, üstü çıplak. Bu kim lan, dedim. Benmişim. İşte spor yaptığım dönemdi o. Ama ben hiçbir zaman şahane vücut sahibi olmadım. Bir tek o zaman oldum. O üç ayın sonunda. On beş gün sürdü. Sonra eski halime döndüm. Mesela giyinmekten de hoşlanmam. Gömlek kravat, bende frapan oluyor.
Depresif dönemleriniz oluyor mu?
Nasıl depresif?
İnsanın içinden hiçbir şey yapmak gelmez, ‘kimse bana dokunmasın’ der.
Her zaman. Böyle bir duygudan hiç çıktığımı hatırlamıyorum.
Peki sahneye nasıl çıkıyorsunuz?
Büyük bir coşkuyla. Utangaç değilim ki ben. Sahneye çıkmanın kuralları var. Bir, anlatacak bir şeyiniz olması; iki, anlatmaktan zevk alıyor olmanız lazım. Bir de tek yönlü bir iletişim var orada. İletişim zorunluluğu yok yani. Öyle bir kolaylığı olabilir.
Rüyalarınızı hatırlar mısınız?
Tabii. Rüyada çok iş bitiririm. Bütün işlerimi rüyada yaptım diyebilirim. Rüyada normal hayatım devam eder. Ciddi bir toplantım var diyelim, rüyamda öyle olaylar gelişir ki, sabah kalkıp bütün bunlar olmuşcasına gider, o fikirlerimi anlatırım, çok olmuştur yani. Bazen film gibi rüyalar olur. Rüyayı çok ciddiye alıyorum. Bilinçli halimle çözemediğim sorunları rüyamda çözdüğüm, anlayamadığım şeyleri rüyamda anladığım çok olmuştur.
Tekrarlayan bir rüyanız var mı?
Evet var. Emlak rüyası. Ev bakarım.
Benim de tekrarlayan rüyam budur. Durmadan odalar çıkar evlerin içinden.
Aynen, çok gerilimli oluyor o rüyalar. Bir tane ev var mesela. Gidip gidip bakıyorum ona. Çok odalı ve çok büyük. Bakıp bakıp vaz geçiyorum.
Genellikle yıkık dökük olurlar.
Bazen de içinde boyacılar falan vardır. O evi de hep düşünüyorum, nasıl bayındır hale getiririm diye. Son 10 -15 senedir tekrar eden rüyam o. Öyle uçma muçma görmüyorum. Vurulma çok görüyorum. Öldürüldüğüm bir rüya gördüm. Ateş edildi bana. Ama alaycılıkla karşıladığımı hatırlıyorum. “HAH HAH HAAA! BU MUYMUŞ!” hissiyle karşıladım.
“VAY BE, ÖLDÜK BE!”
Bu ölüm karşısında kahkaha atabilme hali… Temelde karşı olduğunuz şeyi sormuştum ya, rüyanızda ölümün karşısına mizahla çıkıyorsunuz. Mizah da temelde ölüme karşı çıkıyor, ölümle mücadele ediyor sanki. Hatta bir refleks gibi devreye giriyor kimi zaman.
Emin ol, benim ölümle ilgili fikrim şu; şimdi hemen ölebilirim. Hiçbir sıkıntı duymam.
Yaşamla ölüm arasında bir fark olmaması çok korkunç gibi duyulsa da aslında olumlu bir duygu değil mi?
Evet. Hiçbir önemi yok ölümün. Ben öleceğime de inanmıyorum bir yandan. Ama bunu bir öğreti ışığında söylemiyorum. Dini bir söylemle, ya da ‘ölmeden ölünüz’ gibi, doğu mistisizmiyle falan söylemiyorum. Ne olacaksa olsun ölmekten bahsediyorum. Hayatımdan memnun olarak ayrılırım. Ölmekten korkan dahi var. Ama bir tane daha hatıram var. O da komik. Gene böyle bir ölme rüyasında, ölüyorum, “Vay be yazık oldu bana, ulan iyi çocuktum aslında!” gibi bir şey çıktı ağzımdan. Ama “Vay be 35 yaşında olduk” gibi bir şey; “Vay be öldük be!”
Yaşadığınız en büyük çelişki nedir?
Şu uğraştığım işte iyi olmakla, iyi insan olmak arasında bayağı bir uçurum var. İyi bir komedyen, aynı zamanda iyi insan hasletlerini taşıyamaz. Alaycılık bir sürü kültürde ayıplanan bir şeydir. Ama iyi bir komedyen olmak için, acımadan her şeyle alay etmeniz lazım. Alay “Aaa şunun saçına bak!” değil tabii. Alay, benim kullandığım anlamda… hep başkalarının bulduğu kelimeler kullanmak zorundayız tabii. Aaah ah! Keşke kendime ait bir dilim olaydı. Benim dille ilgili çok ciddi sorunum vardır. Benim konuşacağım İngilizceyi bilmiyorum ki ben? Türkçede de çok ciddi problemler var. Efendim “Gençler birbirine Hello diyor” Sana ne gençlerden?
Filmlerinizde çizdiğiniz karakterler hep romantik karakterler. Yani sözlük anlamıyla, davranışlarında duygu ve coşkularının etkisinde kalan kişiler. Siz de özel hayatınızda romantik misiniz?
Aslında bütün davranışlarımda romantiğim. Ama kademelendirirsek; dürüstlük, saflık derecesinde dürüstlük, alay edilecek derecede dürüstlük, salak denecek kadar dürüst. Hangisi daha iyidir bilmiyorum. Ben mesela etraftan salak denilecek kadar dürüst olmayı yeğlerim. Komedi yapabilmek için abartılı romantik karakterlerle haşır neşir oluyorum. Mesela 50 yaşında olup da fotoğraflardan kendi kafasını kesip arabaların içine yapıştırarak kolajlar yapan adam. Böyle bir adam gerçekte var mı bilmiyorum ama ben 12 yaşındayken yapıyordum onu. Gidip 12 tane fotoğraf çektiriyordum mahalle fotoğrafçısında. “Oğlum ne için lazım?” Eee, şey için lazım işte. Çikiçik, çektiriyorsun. 12 tane yaptırıyorsun. Eve geliyorsun, kafaları kesiyorsun, Superman’e yapıştırıyorsun falan filan.
Duruyor mu onlar?
Yok durmuyor. Biriktirme huyum yok. Evimde mesela, hiç fotoğraf yok. Eski eşyam yok. Bağlılığım yok objelere.
“ÇOCUK SAHİBİ OLMAK İÇİN FAZLA HASSASIM”
Çocuk sahibi olmak istiyor musunuz?
Kardeşlerimin var, ikişer tane.
Nasıl geliyor size?
Zor, çok zor geliyor. Büyük proje. Ben çocuk sahibi olmak için kendimi şu ana kadar fazla hassas hissettim. Biraz gamsız olmak gerekiyor çocuk için. Şu anda evde çocuk olursa hiçbir şey yapamayacakmışım gibi geliyor. Bu herhalde bir çocuk için de iyi bir şey olmaz.
Bu konuda insanı en çok zorlayan şey, kendi hayatınızla çocuk arasındaki dengeyi kurmak.
Sizin var mı çocuğunuz?
Sekiz yaşında bir kızım var. Son bir haftasını size taparak geçirdi.
Aaaa, hayırdır inşallah!
Ben evde bütün Cem Yılmaz külliyatını seyrettiğim için o da nasibini aldı. GORA için, “Bu benim hayatta seyrettiğim en güzel film” diyor. “Daha önce neredeydi bu DVD?” diye sitem ediyor.
Böyle gençlerin olduğunu bilmek ne güzel.
Haftaya yenisi gelecek, dedim. Havalara uçtu.
AROG’u daha çok seveceğini tahmin ediyorum.
“BENİ GÖNDERSEN ORAYA, HEMEN BİLEKLERİMİ KESERİM.”
GORA’yla karşılaştırıldığında AROG’da çok daha olgun, ne yaptığını bilen bir sinemacı var. Son dört yılda neler değişti?
Sinemayı da amatör ruhla yapıyorum aslında. Ama baştan sona hep iş kokan bir süreç. Hep böyle bir uğraş. Anlatmak istediğimi uygun bir dile oturtup anlatabileceğimi düşündüm. Karikatür bir karakter yaratıyorsunuz. İstedim ki seyirlik bir zevki olsun, bir de karakterin davranış biçiminden, kullandığı dilden, bakış açısından kaynaklanan komiklik olsun. Yani sen, ben, bir milyon yıl öncesine gönderilsek yapmayacağımız şeyleri yapsın. Seyirlik dediğim o. Mesela beni göndersen oraya, hemen bileklerimi keserim. Çabalamam yani orda. Ama çabalamak fantazisi benim çok hoşuma gidiyor. Kendim mücadeleci bir insan olmadığım için, o karakterle bu kadar çok eğleniyorum. Mücadeleden hoşlanmıyorum. İngilizlerin “struggle” dediği. Her şeyin tersi de doğrudur ya, tabii ki de struggle. Anamız ağlıyor yani, perdeye öyle bir şey çıkarmak için. ‘Struggle’ın ağa babası var orda.
Seyirciyi düşünüyor musunuz film yaparken?
Tabii. Ama taviz vererek değil, başka yöntemlerle çözmeye çalışıyorum. Amatörlükten olgunluğa geçerken, tavizin dozunu daha da aza indirmeye çalışıyorum. AROG’da teknolojik handikapların da aşıldığını düşünüyorum. Sizin AROG’da hoşunuza giden şey neydi?
Bir kere baştan sona geniş bir tebessümle seyrettim. Rahatlatıcı, insanı içine alan, kapsayan bir film. Arif Işık’ı olgunlaşmış, hatları netleşmiş buldum. Samimi ve sempatik bir film olmuş.
Eyvallah. Doğru. Gerçekten de hedeflediğim buydu. Belirgin fiziksel komedinin olmadığı bir film bu. Daha duygusal. Biraz mürekkep yalamışlık olursa, daha haz alınacak bir film. Yani bir iki film izlemiş olmanın faydası olabilir. Film, kendisinin bir film olduğunu hissettiriyor. Yalnızca bir yerde bir yabancılaştırma yapıp seyirciye baktırdım.
Çok önemli ve aydınlatıcı bir sahne olduğunu düşünüyorum. Hatta filmin en önemli sahnesi bence.
Bu tekniği ilk Oliver Hardy bulmuş. Laurel Hardy filmlerini bir de o gözle izlemek lazım.
“İŞİMİ HİÇ HAFİFE ALMADIM”
Senaryo yazarken hikayedeki sembolleri, karakterlerin temsil ettiklerini, alt metni ne kadar düşünürsünüz?
Emin ol, bu karikatür filmde dahi gözetiyorum. Ama biraz gizli kalmasını tercih ediyorum. Kesinlikle biliyorum her lafın derin bir anlamı olduğunu. Bir yandan bununla fazla oynaşmak da istemiyorum, çünkü o zaman da kendinizi çok önemsemek gerekiyor. Zararı dokunuyor işe. Yine de işimi hiç hafife almadım. Hafif bile olsa hafife almadım.
Prensip sahibi bir insan mısınız? Şunu asla yapmam dediğiniz bir şey var mı?
Var tabii, parayla oynamam. Paraya takla attırmak istemem. Ona yatır buna yatır. Günah gibi hissederim onu. Piyangodan da korkarım mesela. İstemem.
Herhangi bir ideolojiniz var mı, şu yola baş koydum, ya da koyarım dediğiniz.
Kim idare ediyorsa dünyayı, bir karar alınırsa, herkes adam gibi yaşayacak bundan sonra, yamuk yumuk hareketler olmayacak, kimse boş yere ölmeyecek diye, öyle bir kampanya başlarsa, başlarda olurum. Topyekün ama.
Size en çok sorulmasını istediğiniz soru nedir?
“Nasılsın?” Yakınlarım dışında, bana hiç kimse nasılsın, iyi misin diye sormuyor. Ya hemen o an bir fotoğraf çektirmemiz gerekiyor, ya da bir şey istiyorlar.